Son senelerde fikir hayatımızın en çok konuşulan meselesi millî edebiyat meselesi olmuştur. Hiç bir muharrir ve şâirimiz, hiç bir fikir adamımız yoktur ki, bu meseleyi kendi zaviyesinden görüp halletmeğe kalkmış olmasın. Bu kadar geniş bir zaman içinde, birbirinden çok ayrı zevk, zihniyet ve istidat sâhibi insanlar tarafından sorulan bir sualin birçok cephelerden yoklanmış ve cevabını almış olmaması mümkün değildir.
Nitekim sade şu on beş sene içinde muhtelif selâhiyetler, millî bir edebiyatı kâh hâlis bir Türkçede, kâh eski veznimiz olan ve şimdi birkaç şâirin elinde bir nevi olgunluğa erişen hece vezninde, kâh münhasıran Anadolu’ya ait mevzularda yahut halkın veya köylünün hayatında ve daha birçok sahalarda aradılar: Halkı ve köylüyü düşünen ve yalnız ona hitap eden bir edebiyat, büyük inkılâp umdelerinin en yakın tatbik sahası olan yazılar, hamlesini sadece “iyi niyetten alan” vatanî ve destanî bir şiir, folklor araştırmaları ve pastişleri, velhâsıl çoğu tasavvurla icranın arasında en küçük bir olgunlaşma fâsılasına mazhar olmadan vücuda getirilmiş bir yığın eser veyahut eser hâline istihale etmemiş birçok teklif, nazariye ve serzeniş, edebiyat ve matbuat âlemimizden geçti.
Fakat mesele olduğu gibi kaldı. Bu kadar umumileşmiş bir meseleyi benim de kendi kendime sormuş olmaklığım kadar tabiî bir şey yoktur. Fakat şimdiye kadar onu yüksek sesle münakaşa etmek imkânını bulamamıştım. Bugün Halkevlerinin bahşettiği fırsattan istifade ederek ve lutuf ve müsamahanıza güvenerek edebiyatımızın bu biricik muammasını muhterem huzurunuzda vaz’etmeğe cesaret ediyorum. Şüphe yok ki, size tam bir hâl çaresi göstereceğime kani değilim. Esasen bu cins meselelerde bir tek ve kat’i cevabın mevcut olacağına inanmak safdillik olur. Bununla beraber meselenin şimdiye kadar ihmal edilmiş bir cephesi üzerinde duracağımı ümit ediyorum. Konuşmak bulmak değildir. Fakat düşünmektir; söyleyeceğim şeyler, bu meselenin yeni bir tarzda vaz’ına yardım ederlerse kaybettirdiğim zamana elbette acımam.
Daha baştan söyleyeyim ki, bu meselenin benim için en mühim tarafı, içinde, mevcut edebiyatımıza karşı beslenen bir şüphenin daima gizli olarak mevcut olması keyfiyetidir.
Filhakika herhangi bir dilin edebî mahsullerinin o dili kullanan cemaat için milli mahsuller olmasındaki tabiîlik ve hattâ zaruret düşünülecek olursa, böyle bir suali ve meseleyi vaz’edebilmek için evvelâ edebiyatımızın bir marazına, bir nevi eksikliğine inanmış olmamız lâzım gelir.
Derhal ve gündelik hayatın aceleci ve zâhiren çok mübrem görünen ihtiyaçlarına göre bir milli edebiyat programı hazırlayamadığım için ben kendi kendime bu ikinci suali sormuştum:
— Kendimize hemen daima milli bir edebiyat aradığımıza göre, acaba edebiyatımızda bulduğumuz büyük noksan nedir?
Vâkıa sarihti. Bütün cemaat, çeyrek asrı geçen bir zamanda, kendi hayatının, zevkinin ve emeğinin mahsulleri olan eserleri beğenmiyor. Onların kendisinde bir yeri, bir tarafı boş bıraktığına kani oluyor, yeni ve selâmet getirici bir ufuk, bir çare arıyor. Dikkat edilecek olursa, mesele hattâ çeyrek asırdan daha evvele inebilir. Filhakika Edebiyât-ı Cedîde dediğimiz nesil, kendi sanatlarını vücuda getirirken Tevfik Fikret çapında, ne yaptığını bilen, hattâ çok def’a ancak istediğini yapan bir büyük adamla dahi başka şekilde olmakla beraber bu şikâyeti yapmış yani bizzat mensup olduğu neslin eserleri karşısında bir fakr-üd-dem intibaı aldığını, onları eksik, hayatiyetsiz bulduğunu söylemişti. Bu suretle devam edegelen bir şikâyet sadece bir memnuniyetsizlik itiyadı olamayacağı gibi, edebiyatımızın cemiyet meseleleri karşısında lâkayt kalmasının doğurduğu bir hitap da olamazdı. Çünkü – ve burası muharrirlerimizin şüphesiz ki çok lehine bir hususiyettir – hiç bir memlekette edebiyat, bizim memleketimizde olduğu kadar gündelik hayat peşinde koşmamış, âcil ihtiyaçların emrine cömertçe kendini terk etmemiştir. Vatan şiiri, halk şiiri, milli hayata dâir roman… siyasi, iktisadi, içtimai, günün bütün mevzuları, hepsi edebiyatımızda daima ön saftadır. Münakaşa edilir. Bu bir dil meselesi de olamazdı, çünkü halk kitlesi ile münevver zümre arasındaki düşünce farkının hususiyetlerini ortadan kaldıracak kadar sade bir dil – ve heyhat çok def’a ondan daha sade bir muhteva, – senelerden beri edebiyatımızda hüküm sürüyor. O hâlde bu memnuniyetsizlik nereden geliyordu? Hangi korkunç hakikat, zâhiren çok masum ve tabii görünen bir sualin çizgileri altında gizleniyordu? Bu muammanın anahtarını bundan birkaç sene evvel şâir Yahya Kemal, âdetâ peygamberâne denebilecek bir cümle ile verdi. Filhakika Mektepten memlekete başlığını taşıyan bir musahabesinde o diyordu ki, edebiyatımız senelerden beri Avrupa rnektebindedir ve artık memlekete dönmelidir. Bu zâhiren basit ve hattâ biraz haksız görünen teklifin o zaman memleketimizde uyandırdığı aksi hatırlarsınız. Edebiyatımız, demin arzettiğim gibi memlekette idi ve memleket meselelerini bir an bırakmıyordu. O hâlde? …
Hakikatte ise Yahya Kemal’in formülü tahmin ettiğimizden daha kat’î bir şekilde doğru idi ve müsaade ederseniz vâzıh olmak için biraz daha geniş bir çerçeve içinde konuşayım.
Hakikat şudur ki, edebiyatımız hayat karşısında, daima memlekettedir ve bu hâl kendisinin büyük faziletlerindendir. Fakat bir cemiyetin, hayatın kabuğu üstünde dolaşan meseleleriyle meşgul olmak bir edebiyatı kâfi derecede yerli yapabilir mi?
İşte asıl mesele… Son yetmiş senelik edebiyatımızın tekâmülü üstünde bir düşünülecek olursa, onun en bariz fârikasının mazideki kaynaklarımızla olan alâkasını yavaş yavaş fakat çok cezri surette kesmiş olması keyfiyeti olduğu görülür. Tanzimat’ı müteakip gelen nesilden itibaren yepyeni ve çok Avrupalı bir edebiyat vücuda gelir. Ve bu edebiyatın bilhassa Servet-i Fünûn neslinden itibaren Avrupalı örneklerine çok sıkı bir şekilde bağlı kaldığını görüyoruz. Ve bu bağlılık devam eder. Bir taraftan yeni vücuda gelen bu edebiyatın taze an’anesi, diğer taraftan bu Avrupa’yı adım adım takip etmek ihtiyacı Türk şiirini ve edebiyatını hareket noktasından çok uzaklara götürdü. Ve bu suretle bugünkü rahatsızlığın başı olan bir ikilik peydahlandı.
Burada ikilikten bahsederken bir yanlışlığa meydan vermiş olmayayım. Bizde eskinin yeni ile beraber yürüyen pes-zinde an’anesi hiç bir zaman yaşayan edebiyatın karşısında mühim bir rol oynamamıştır. Bütün o gazel ve kaside artıkları ölü eserlerdir. Bahsettiğim ikilik ruhumuzdadır. Nitekim aşağıda daha geniş surette arz etmek imkânını bulacağım.
Lüzumsuz olduğunu bilmekle beraber tekrar edelim, bu suretle yeni ve Avrupalı’nın peşinden koşmamız bir zarûretti. Çünkü cemiyetimiz için ölmek veya garplılaşmak şıklarından birini derhal ihtiyar etmek zarûreti vardı. Türk cemiyeti yaşamak iradesiyle garplılaştı. Bu suretle yeni bir cemiyet, yeni bir ahlâk, yeni bir hayat tarzı peşinde giderken elbette ki, yeni bir edebiyatı da arayacaktı. Hattâ daha iyisi muayyen bir devreden sonra bu garplılaşmak yolunda – bu yeni ve Avrupalı örneklere göre yapılmış edebiyat medeniyet yolunda – ona istikamet dahi verdi.
Bu edebiyat kendisine düşen vazifeyi çok iyi ve sarih bir şekilde gördü. O, memlekette yeni bir vatan ve millet aşkının, yeni bir yaşayış şeklinin, insani hakların, medeniyet ve faziletin meş’alesi olacaktı. Ve ayrıca da kurmasına çalıştığı bu yeni âlemin içinde, yeni bir duyuş tarzıyle yepyeni unsurları ihtiva eden bir muhayyile ile güzellik dediğimiz büyük ve asil ideali tahakkuk ettirecekti.
Hâdise bir bakıma göre basitti ve her bakıma göre de haklı, meşru ve zaruri idi. Bununla beraber basit olmayan bir tarafı vardı. Filhakika bizim gibi bir vakitler kendi çerçevesi içinde mütekâmil bir medeniyete, muayyen asalet kazanmış bir zevke ve bu zevkin tam bir kemale erişmiş eserlerine mâlik olan, yani kendi mazisinde olgun bir sanat ve edebiyat an’anesine mâlik olan milletlerin derhal yeni bir edebiyat yapmaları ne dereceye kadar mümkün olabilirdi? Hakikatte bir edebiyat ve sanat ancak kendi an’anesi içinde yenileşebilir.
Harici tesirler onu zenginleştirir, genişletir. Eksiklerini tamamlar fakat maziden beri gelen an’anenin üzerine aşılanmak şartıyle … Fakat onu birdenbire terk edip yenisini tesis edebilmek oldukça güç bir şeydir. Hattâ bir hayatın bütünlüğünü bozacak kadar …
Filhakika bir taraftan mazideki eserler – medeniyetimizi değiştirdiğimiz için, vücuda geldikleri zamanın şartları, zihniyeti filân gibi sanatın nisbeten dışında kalan ârızî taraflarından sıyrıldıktan sonra bütün güzellikleriyle hâfızamıza ve şuurumuza kendi asaletlerini ve birliklerini arzederken – onun yanıbaşında bu an’aneye ve asalete yabancı, maziden tevarüs ettiğimiz hiç bir hususiyete cevap vermeyen bir güzelliği kabul etmek … işte bahsettiğim yenilik ve işte Türk ruhunun bir asırlık mücadelesi. ..
Böyle birdenbire yepyeni bir edebiyat yapabilmek ancak eski ve kuvvetli bir edebiyat an’anesinden mahrum olan milletler için kolaydır.
Tıpkı Ruslarda olduğu gibi … Komşularımız garp medeniyetine hemen hemen bir millet hâline geldikleri zaman teşebbüs ettiler ve derhal yeni, Avrupalı bir edebiyat yapmağa başladılar. Arkalarında kendilerini her an geriye bakmağa mecbur edecek, her yarı muvaffak olunmuş denemeye, zaman zaman boşa sarf edilmiş bir emek nazarıyle bakmağa mecbur edecek müesses bir edebiyat an’aneleri yoktu. İlk denemelerden sonra yavaş yavaş rüştünü bulan bir edebiyat vücuda getirdiler.
Biz ise öyle değildik. Tâ ilk çağlardan başlayan, geniş ve şerefli tarihimizin bütün devamı müddetince genişleyen, zenginleşen, tasfiye gören, dal-budak salan bir sanat ve edebiyatımız vardı. Ve yaşadığımız hayat içinde ve onun şartları dahilinde bu sanat ve edebiyat bir bütünlük teşkil ediyordu.
Eski âlemimiz dardı, küçük ve cahil kaldığı noktaları çoktu, fakat tamdı, yekpare idi ve her köşesini kendimiz tanzim etmiş ve onu tanzim ederken manevi benliğimizi vücuda getirmiştik. Şüphesiz onu yaparken etraftan birçok şey almıştık. Fakat bu alış bütün bir tarihin devamınca olmuştu ve alırken biz de teşekkül etmiştik. Bir şiir dili vücuda getirmiştik ki, istinat ettiği unsurlar itibariyle çok sun’î olmasına rağmen, harikulâde renkli, nüanslı ve tedaileri itibariyle çok zengindi. Kadim ve efsanevî Asya, tarihiyle, itikatlarıyle, etnik hususiyetleri, âdetleri, örfleri ile peyzajı ile masallarıyle ve her dokunduğu şeye bir masal ve hulya çeşnisi sindiren bin türlü hususiyetiyle bu dili bir telkin ve tedai hazinesi gibi besliyordu. Ve bu hazine bizde ırkımızın hayat kabiliyetini tecrübe eden bin türlü hâdisenin cezir ve meddi içinde vücuda gelmişti.
Ve bu şiir dili bir tarih boyunca döğülmüş, incelmiş, renk ve hassasiyet bulmuştu. Bu şiirin en mütekâmil sanatlarda ancak bulunabilen bir musikîsi, bir ifade tarzı, mevzuuna yatışı, eşyası ve canı kavrayışı vardı.
Bunlar şüphesiz terkedilebilirdi. Nitekim ettik. Fakat yeni ve ideal hedefler için terk ettiğimiz bütün bu şeylerin bizde – yine asırlar zarfında – vücuda getirdiği bir terbiye, çok hususî ve bediî bir hayat ve güzellik görüşü vardı ki, o kolay kolay terkedilemezdi. Bir servet kaybedilebilir, hattâ bırakılabilir; fakat o servetin hazırladığı muhit ve yarattığı hayat şartlarının nezaket, zerafet, güzel ve hasbîye alışmak, istinas, istihfaf, hattâ tembellik ve rehavet gibi, belki de uzviyetimize geçmiş kıvrımları kolay kolay bırakılamaz.
Binaenaleyh eski edebiyatımızı bırakıp garba döndüğümüz zaman ve bilhassa bu geçişin büyük ve âni hamleleri dinip de nisbeten sâlim bir ruhla üzerinde düşünmek imkânını bulunca birdenbire bu eski âmillerin terbiye ettiği zevkin, yeni karşısında hasımkâr olmasa bile septik bir vaziyet alması gayet tabii idi.
Daima tekrar edilen milli edebiyat ihtiyacının en büyük âmilini işte kendi içimizde her an yaptığımız muhasebede aramak lâzım gelir. Yaptığımız yenide büyük medeniyetlerle kendimizi bulamamak keyfiyetidir ki, bize daima bir milli edebiyat aratıyor. Fakat mesele bununla da kalmıyor. Daha ileri gidiyordu.
Avrupa’da girdiğimiz çıraklık devresinde ilerledikçe orada bize örnek olan eserleri tek başına görmemeğe başladık. Bu eserlerin bütün bir medeniyet ve kültür an’anesine, bir hayata, bir maziye bağlı olduğunu, zevkin ve mükemmeliyetin mücerret tebessümleri hâlinde tattığımız bu güzelliklerin, tıpkı dalında sarkan veya ince sapında gülen bir meyve veya çiçek gibi bir ağaca, bir uzviyete ve onun da toprağın altında gözün görmediği hazinelerden beslenen bir köke bağlı olduğunu anladık. Ve ona bakarak, sadece güzelliğine imrenerek ve onu taklit ederek yaptığımız eserin bu derinleşmiş ve bir tarihin içine dal-budak salmış kökten mahrum olduğunu gördük. O zaman zevâhirin peşinde koştuğumuzu, doğru ve güzellik gibi ideallerin bir milletin ancak hayat ve mazisinde mevcut olabileceğini fark ettik.
İşte meselenin ikinci safhası.
Nasıl bir insan uzviyetiyle, psikolojisiyle bütün bir ırsiyetin hiç bir suretle hesap ve kontrol edemeyeceğimiz derin tesalübün mahsulü ise bir sanat eseri de öylece bütün tarihin, mensup olduğu kültüre ait birçok macera ve tesadüfün mahsulüdür. Ve nasıl hiç beklenmedik bir zamanda ferdin hayatında bu ırsiyetler, iyi veya kötü fiiller hâlinde tezahür ederse, bir sanatın umumi tekâmülünde de bunlar öylece dirilirler, satha çıkarlar, unutulan ve uyuyan canlanır, -hayata karışır, saf ve mücerret gıda, renk ve lezzet olur.
işte yetmiş seneden beri edebiyatımızda mevcut olmayan şey – Yahya Kemal ve bir iki şâirin tecrübesi müstesna – bu dirilişler, bu mes’ut infilâklardır.
Hastalığı bu suretle teşhis ettikten sonra, milli bir edebiyata nasıl gidebiliriz, sualine vereceğim cevap kendiliğinden çıkar, zannederim.
— Kendimize dönmek şartıyla …
Filhakika artık Avrupa’dan ilk hamlede alınması lâzım gelen şeylerin hemen hepsini almış bulunuyoruz. Geri kalanı da almak yolundayız. Türk milletini Avrupalılaştırmak azminde hiç bir engel tevkif etmedi. Bundan böyle de edemez. Şimdi yapılacak şey, kendimize, kendi hayatımıza, mazimize, zenginliklerimize dönmek ve mükemmeliyeti olduğu kadar muhtevayı da kendimizde aramaktır.
Buna muvaffak olmak için en kısa yol ise bilmektir.
Bilelim.
Evvelâ neyiz ve nelerimiz var ? Bunu bilmenin ihtirasını duyalım. O zaman hattâ mevcudiyetinden bile haberdar olmadığımız hazinelerin üzerinde oturduğumuzu göreceğiz. O zaman birdenbire bugünün yoksulluğu içinde, kahramanları, hâtıraları, efsaneleri, büyük mimari âbideleri, nesillerin sükûn ve ruhaniyet ihtiyaçlarını tatmin etmiş aydınlık peyzajlarıyle bütün bir âlem, şiiriyle, musikisiyle, küçük büyük diğer sanatlarıyla olgun ve tam zevkin, hâkim bir dünya görüşünün, tamamiyle bize mahsus bir zaman tasarrufunun hüküm sürdüğü yekpâre bir âlem meydana çıkacaktır.
İşte bu âlemin sırrına vâsıl olduğumuz derecededir ki, peşinde koştuğumuz garplı kemale ereceğiz. Çünkü garp milletlerini bilhassa temyiz eden vasıf, bu kendi kendilerini bilme keyfiyetleri, sanat ve edebiyatlarında daima bir devam aramaları, millî kaynaklara her an yeni baştan yaklaşmaları keyfiyetidir.
Bugün garp musikîsinin karşısına çıkabilecek ve onunla hiç de küçük düşmeden imtihana girebilecek derecede büyük ve muhteşem bir musikîmiz var. İstanbul ve memleketimize her gelen ecnebi – bittabi mensup olduğu kültürün muayyen bir seviyesine gelmiş olanlardan bahsediyorum. Yoksa simsar veya alelâde turistten değil – bu musikî ile bozulmamış şeklinde ve hakikaten büyük eserleriyle karşılaştığı zaman, şimdiye kadar bu kudrette bir güzelliğin kendilerine meçhul kalmasına hayret ediyor. Onların bu hayretlerini dinlerken biz şaşırıyoruz. Çünkü sahibi olduğumuz bu sanattan haberdar değiliz. Kendi musikîmiz deyince piyasa şarkısını hatırlıyor ve utanıyoruz.
Hangimiz bir Itrî’yi, bir Dede Efendi’yi, bir Şâkir Ağa’yı, bir Eyyubî Bekir Ağa’yı, bir Hâfız Post’u, bir Derunî Mehmed Efendi’yi, bir Tab’î Mustafa Efendi’yi biliyor ve tanıyoruz. Hattâ bu sanatkârların eserlerinin çoğu kaybolmuş olduğu gibi mevcutlarının nasıl okunacağını ve çalınacağını bilmiyoruz. Onlar henüz keşfedilmemiş yıldızlar gibi kendi semalarında ve yarattıkları güzelliklerin şaşaası içinde münzevi fakat emsalsiz parlıyorlar. Bize ise tahakkuku milletimize nasip olmuş bu mükemmeliyetlerden habersiz ve onlara yabancıyız. Halbuki onları bilmemiz lâzım. Onlar asırların içinde Türk ruhu dediğimiz şeyi, bir ırkın güzellik rüyasını, nesillerin sonsuzluk daüssılasını, aşk ve ölüm ürpermelerini, bütün cûşiş ve kederlerini tahakkuk ettirmişlerdir. Biz onların örsünde döğüldük ve hâlâ onlarla hayat ve ruhumuzu zenginleştirebiliriz. İçinde yaşadığımız ve mânâsını, anlamağa çalıştığımız âlemin altın anahtarları onlardır. Onları bilmeden tamamiyetimizi kazanamayız. Bu, zamanla mümkün olsa da, bu suretle tahakkuk edecek şey artık biz olmayız. Bizden başka bir şey olur. Halbuki cemiyet hayatının en büyük sırrı, millî benlikteki devamdır.
Musikîmiz için mevcut olan lâkaydimiz, mimarîmiz için de devam ediyor. Dokuz asırdan beri Anadolu ve Rumeli toprağını ırkımızın güzellik rüyaları olan eserlerle süsledik; cami, medrese, han, kervansaray, çeşme, türbe, bir yığın eserimiz var. Bunlar hakkında ne biliyoruz? Kaç kitabımız var ve daha ilerisine gidelim, hattâ muhafazaları için ne yapıyoruz? Onların gözümüzün önünde harap oluşuna şâhit olan nesiller henüz aramızdadır. Ve bugün dahi bu eserlerin çoğu bakımsızdır. Halbuki göz göre göre ihmal ettiğimiz bu eserler içinde öyleleri vardır ki, yalnız bir tanesini tahakkuk ettirebilirse, tarihsiz bir insan sürüsü millet sıfatını alabilir.
Bir edebiyat nelerden teşekkül eder?
Her zaman müstakil şâheser vücuda gelmez. Hattâ milletlerin hayatında yaratmanın kendisine mahsus bir ritmi vardır. Belki bu ritm hususî şartlarla tâcil edilir. Fakat ne olsa, kısır devirler, velût devirler kadar çoktur. Bugün bir edebiyatı asıl yapan şeyler, biyografiler, monografiler, velhâsıl cemiyetin kendisini bilmek için sarfettiği gayretin mahsulü olan ikinci derecede eserlerdir. Ve bu cins mahsullerdir ki, dehanın gelip geniş terkibini yapabilmesi için lâzım olan muhit ve malzemeyi hazırlarlar. Onun vasatını teşkil ederler. Başka memleketlerde her edebî nesil işe mazi hakkındaki görüşünü, onu anlayış tarzını tesbit etmekle başlar.
Alman edebiyatının en beşerî ve hattâ en kozmopolit siması gibi göründüğü söylenen Goethe’nin gençliğinde Alman katedralleri hakkında yazmış olduğu küçük bir etüdü okurken yaptığım mukayese beni şaşırttı. Klâsik Goethe, Yunan âşıkı Goethe, Voltaire’in ve Racine’in sâkin ve olempiyen vekarlı tilmizi, Racine’in hayrankârı Goethe, Alman kültürünün kaynaklarından biri önünde birdenbire düşüncesinin en mahrem tarafında yakalanınca bana çırçıplak göründü. Ve o zaman onu daha iyi tanıdım. O yazıyı okur okumaz anladım ki, bu yeni tesirler, sevgiler sonradan gelen aşılardır. Onda asıl bünyeyi yapan millî Alman harsıdır.
Anadolu’nun her şehrinde, her kazasında ruhun nefha nefha estiği yerler var. Daha hiç kimse onlardan bahsetmedi. Halbuki Türk peyzajı, unsurlarının sadeliği ve telkin ettiği hislerin kesafeti itibariyle bahse değen bir şeydir. Bizi Avrupalıların, kendilerinden aldığımız şeyler için beğenmesi ve bize hayran kalması mümkün değildir. Olsa olsa aferin deyip geçerler, bizde asıl bizim olan şeyleri tanıttığımız zamandır ki, bizi beğenip seveceklerdir; çünkü o zaman güzelliğin, kendi kendisini tahakkuk ettirmenin yolunda kendileriyle müsavi göreceklerdir.
Aynı şey şiirimiz için söylenebilir, fakat burada kaynaklarımızdan edeceğimiz istifade de benim için daha vâzıhdır.
Yukarıda bugünkü edebiyatımızdan memnun olmamağa bizi sevkeden âmillerin eski şiir an’anemizle yeninin arasındaki rabıtasızlıktan olduğunu arz etmiştim. Eski şiirlerimizde bugün dil, imaj tarzları, hayat telâkkisi ve hattâ sanat telâkkisi aramak, bizim için tarih olmuştur. Bunu bilmek, onu tanımaktan bizi müstağni bırakmaz. Bundan iki sene evvel Nurullah Ataç çok şâyân-ı dikkat bir makalesinde Türk liriklerinin Fransız liriklerine fâik olduğunu iddia etmiş ve sonra yine kendisine mahsus bir samimiyet ve lezzetle “belki bir ecnebinin fransızcayı bir Fransız kadar öğrenmek ihtimali olmadığı için bu fikre sâhip olduğunu söyleyerek” sadece ifratını tashihe çalışmıştı.
Nurullah Ataç’ın hakkı vardır; eski şiirimizin alabileceğimiz bir cûşişi, bir sesin perdesini yükseltme örneği vardır ki, ihmal ettiğimiz müddetçe bugünkü türkçeye istediğimiz rehavet ve güzelliği veremeyiz. Dilimizin dehası, şiirimizin an’anesi bir zaman
“Benimdir növbet-i feryâd bülbüller hâmuş olsun” diyordu.
Bir Nef’î‘nin, bir Nâilî‘nin, bir Nedîm‘in geçtikleri bir an’ane içinde muvaffak olabilmek için onların yürüdükleri yolu bilmek, yaptıklarını tanımak, çözmek ilk şarttır. Aksi takdirde ilelebet mode mineure’de kalırız. Küçük ve zarifin ötesine geçemeyiz. Hece vezninin – bir iki şâir müstesna – talihi bu olmuştur. Bilmek lâzım dedim, bildikçe kendimizi eski benliğimize yakın bulacağız. Yavaş yavaş büsbütün yeni ve yabancının yerini yenileşmiş an’ane alacak. İhtiyar ve kurumuş zannedilen ağacın dirilme mucizesini görecek nesillerin saadetini düşünüyorum.
Şimdiye kadar tarihten bahsettim. Halbuki bugünkü hayat için de aynı dikkati daha büyük bir hamle ve aşkla göstermemiz lâzım.
Bir millet, her şeyden evvel kendi kendisini ciddiye almak mecburiyetindedir. Kendi kendimizden bahsetmeğe alışalım. Büyük meselelerimizi bulalım. Anadolu bin başlı bir muamma gibi gözümüzün önünde duruyor. Bunu çözmeğe çalışmak lâzımdır. Bugünkü edebiyat karşısında bütün tarih ve bütün vatan bâkir olarak duruyor.
Gazetelerden takip ettiğim iki üç dava bana bu memlekette halkın, münevverin mevcudiyetinden bile şüphe etmediği kesif bir hayatı olduğunu öğretti. Bunlar neticeleri itibariyle kanlı ve zâlim vak’alardı, olmamaları daha hayırlıydı. Fakat İstanbul’un fakir semtlerinde yaşayan parasız, bedbaht fakat aşkında, dostluğunda, kininde, bizden başka türlü canlı insanların mevcudiyetini gösteriyordu. Birkaç el tabanca ateşinin aydınlattığı bu hayatın birliği, hâlisliği, bütünlüğü karşısında bugünkü cehaletimizle ne kadar şaşırsak haklıyız. Halkımız bizim zannettiğimizden daha çok kesif yaşıyor, seviyor, eğleniyor, nefret ediyor, velhâsıl hayat dediği oyunu bütün ciddiyetiyle oynuyor. Ve biz bunu bilmiyoruz. O kadar bilmiyoruz ki, çok büyük bir muharririmiz günün birinde kendimize mahsus bir hayatımız olmadığı için Rus romanı gibi bir romanımız olmadığını söyledi. Ne hazin yanlış!
Sivas’ın, Kayseri’nin, Kütahya’nın, vatan coğrafyasının her köşesinin kendisine mahsus hayatı var. Yalnız bizim bu hayat hakkında bilgimiz yok. Daha iyisi, bir nevi sevgi kıtlığı bizi onu görmekten menediyor.
Demin bilmek en kısa yoldur demiştim. Fakat sevmek daha emindir. Ve anlaşılması lâzım gelen bütün bir hayat olunca biricik yol kalır.
Bir kere kendimizi bilmeğe, kendimizi tanımağa ve sevmeğe başlayalım. O zaman milli edebiyat dediğimiz muammanın kendiliğinden halledildiğini göreceğiz. Çünkü o zaman okuduğumuz kitapların kendi ağzımızdan ve haberimiz olmadan konuşmasından kurtulacağız, onun yerine bütün bir mazi, yenileşmiş bir an’ane ve mahpus, gayr-ı şuurda kalmış temayülleriyle çok müessir ve derin iştiyaklarıyle, sıcak ve kanlı realitesi ile bütün bir hayat konuşmağa başlayacaktır. Bir tek tesellim bugünkü 1edebiyatın dağınık manzarası içinde bu hedefe yavaş fakat çok emin bir tarzda gidenlerin mevcudiyetini bilmektir. Fakat bu, bir başka konuşmanın mevzuu olabilir.
Ankara 1940, C.H.P. Konferanslar Serisi, Kitap. 19, s. 37-48
1. Tanpınar AH. Edebiyat Üzerine Makaleler. Dergah Yayınları; 1998.
Yorumlar
Yorum Gönder