Edebiyat [Nurullah Ataç]

 [Nurullah ATAÇ’ın Divan Şiiri’ne dair bazı anekdotları:]


Sanat, edebiyat meselesi üzerinde fikir yürütmeye, münakaşalara girişmeye bir zamanlar bayılırdım. Öyle de pek eski değil ya! daha bir yıl bile olmadı. Ama hızla akıvermiş olan şu birkaç ayın arkasındaki geçmiş, şimdi bana ne kadar uzak görünüyor! Böyle hem uzaklık, hem de yakınlık hislerinin birleşivermesinden insan bir tuhaf oluyor. Eskiden söylediklerimi hatırlamıyor muyum? İnkâr mı ediyorum? Hayır, hepsini biliyorum, kabul ediyorum; ama, nasıl söyleyeyim? onlar bana bugün, artık içinde bulunmadığım, gerçekliğine tamamiyle inanamadığım bir âlemin sözleri, öyle bir âlemin işleri gibi geliyor; bana yabancı olmamakla beraber gene onlarla benim aramda bir ayrılık var. Nazariyelerin, tenkidin boşluğunu, lüzumsuzluğunu o kadar duydum ki, benim de öyle şeylerle uğraşmış olmama şaşıyorum. Güzel bulduğumuza hayran olmak, güzel bulmadığımızdan da kaçınmak için sebepler mi göstermek lâzım? Güzellikle çirkinlik, yeter birer sebep değil midir? Bir rüyadan uyanmış gibiyim; bütün rüya hatırımda, ama artık onun bir gerçeksizlik âlemi olduğunu da biliyorum… Ne yapalım ki bazan rüyalarımızın hesabını görmek de lâzım geliyor.

İnkılâpçı Gençlik gazetesini çoktanberi okuduğum yoktu; hattâ çıkmakta olduğunu da bilmiyordum. Son sayısını, benden de bahseden bir yazı bulunduğunu söyleyerek, üstadım Yahya Kemal gösterdi. Mehmet Kaplan, «Bizde edebiyat cereyanı» başlıklı yazısında benim bir sözümü münakaşa ediyor; kendisi de Doğan Ruşenay’ın bir yazısından almış. O söz şudur:

Artık okunmayan, eserleri kimseyi alâkadar etmeyen şairler, büyük diye, ehemmiyetli diye gösterilmekte devam edildikçe, yeni nesillerde edebiyatın, şiirin hayatta hiçbir mevkii olmadığı, muharririn, şairlerin ancak edebiyat tarihlerinde zikredilmek için çalıştıkları kanaati hasıl olacak. Halbuki gençlere şiirin, güzel, büyük şiirin daima yaşayacağı hissini vermek lâzımdır.

Doğan Ruşenay’ın Gün gazetesinde benden bahseden bir, hattâ birkaç yazısı çıktığını biliyorum, ama okumadım; bunun için onun benim sözüme ne mâna verdiğinin farkında değilim. Mehmet Kaplan’ın yazısını okudum; gördüm ki benim sözümü ya anlamamış, yahut ona keyfince bir mâna vermeyi münasip bulmuş. Çünkü şöyle diyor:

«… (Gazetede cümlesinin bir satırı düşmüş)… eski edebiyata karşı cephe almak, ona tamamen bigâne kalmak için büyük bir senet hükmüne giriyor. Fakat bu düşünce ne dereceye kadar hakikate muvafıktır? Yenilik namına eskiye bütün bütün yüz çevirmek doğru bir şey midir? Eski şair ve muharrirlerin okunmamasının sebepleri nedir? Bu meselelerin düşünülmesi icap eder.»

Ben, hiçbir zaman, eski şairlerimizden bütün bütün yüz çevirelim demedim. Fuzuli’yi, Baki’yi, Naili’yi, Nefi’yi, Nedim’i, Galip’i, daha başkalarını da, ne kadar sevdiğimi beni tanıyanların hepsi bilir. Gençlerde o şairler için muhabbet uyandırmaya elimden geldiği kadar çalıştım. O sözümü, bir nevi edebiyat tarihi telâkkisini tenkit ederken söylemiştim. Anlatayım:

Biz, Fransızlarda, Almanlarda, İngilizlerde olduğu gibi bir edebiyat tarihi yazmaya kalkıyoruz; halbuki bizim edebiyatımız, o milletlerin edebiyatına benzemez. Bir Voltaire’i bir Hugo’yu, bir Milton’u, bir Goethe’yi hulâsa etmek, bir dereceye kadar kabildir; onların yazılarından ne düşündükleri, hayat telâkkileri, hattâ kendi hayatlarına dair işaretler çıkarılabilir. Halbuki Fuzuli’nin, Baki’nin şiirleri hulâsa edilemeyeceği gibi o şiirlerden, şairlerinin düşünceleri, hayatları hakkında da bir şey çıkarılamaz. Bir misal göstereyim: edebiyat tarihlerimizin birinde, Baki’nin:

Durup el bağlayalar karşına yârân saf saf
Kadrini seng-i musallâda bilip ey Bâkî

beyti, şairin büyük hırsına bir delil diye gösterilir. Baki gerçekten haris olabilir, fakat bu hırsa o beyti şahit göstermek doğru olamaz; çünkü bir kere ne zaman yazıldığını bilmek kabil değildir, belki onu şair gençliğinde, henüz büyük şöhrete ermeden söylemiştir; sonra bizim eski şairlerimiz her sözü ancak bir mazmun olarak kullanır, onunla kendi endişelerini söylemek hevesine düşmez. Cenazesine geleceklerin namaz için el bağlamalarını, kendisine bir hayranlık eseri diye tasavvur etmek Baki’nin hoşuna gitmiştir, işte o kadar. Bizim eski edebiyatımızı, Avrupalıların edebiyatı gibi görmek doğru değildir; bunun için edebiyat tarihimizi yazmanın usulünü henüz bulamadık. Bizde ancak metinlerin kıymeti vardır, metinler okutulmalıdır; bunların yanında dilin değişmeleri de gösterilebilir; fakat şiirlerimizle Türk cemiyetinin fikir tarihi, hele şairlerin bu husustaki hizmeti pek gösterilemez.

Sonra edebiyat tarihlerimiz, artık kimsenin okumadığı birçok şairlerin hayatı hakkında sözlerle doludur; bir kısmının şiirlerinden iki beyit bile gösterilmez. Ben bunlara itiraz etmiştim. Son yüzyıl içinde gelmiş bazı şairlerimizden de pek mübalâğalı övmelerle bahsedilir; halbuki artık kimse onların şiirlerini okumuyor, gülmeden okuyamıyor. Böyle okunmayan, gülmeden okunmayan şairleri göklere çıkarmak, gençlerde şairin ancak edebiyat tarihinde adı geçsin diye çalıştığı hissini uyandırır. Mehmet Kaplan, benim sözümdeki son cümleye niçin dikkat etmemiş: «Halbuki gençlere şiirin, güzel, büyük şiirin daima yaşayacağı hissini vermek lâzımdır.» Dilimiz, zevkimiz ne kadar değişirse değişsin Fuzuli’ nin, Baki’nin, Nedim’in, Galip’in daima okunacağına kaniim; çünkü onların şiiri güzeldir, büyüktür.

Hattâ onların şiirleri okundukça edebiyatımızın yenileşeceğine, birtakım mihaniki denecek mısralar düzen şiircilerin kıymetsizliği daha iyi sezileceğine kaniim. Niçin Mehmet Kaplan bana söylemediğim bir şeyi söyletiyor? Ben yeniliği her yerde severim: Fuzuli’yi de, Baki’yi de, Ahmet Paşa’yı da, Sultan Veled’i de yeni oldukları için severim. Onlar eskiye devamla kalmamışlar, kendileri de geleneğe bir şey katmışlar, dili sevip genişletmişler, inceltmişlerdir. Sultan Veled’in;

Senin yüzün güneştir yoksa aydur
Canım aldı gözün dahi ne aydur

beytindeki tazeliği, zamanına nisbetle ne kadar yeni olduğunu hissetmiyor musunuz? Tazelik, yenilik asırlarla kaybolan bir şey değildir. Nevai’yi düşünüyorum; beş yüzyıl önce Herat’ta geldiği için dili, tamamiyle benim dilim değil; ben, şair olabilsem de onun gibi söyleyemem, aramızda beş yüzyıl var. Ama onun sözlerindeki yeniliği, tazeliği duyuyorum:

Hak tanuktur kim tiriğlikdin manğa sinsin murad
Yoksa âlemnin yoğ u bârı beraberdür manğa

beyti bana Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın, Cahit Sıtkı Tarancı’nın, Oktay Rifat’ın şiirleri gibi taze, yeni geliyor. Şunu da söyleyebilirim: bugünkü şairlerimizin araştırmalarını düşmanlıkla, yahut gülerek karşılayanlar, hiç şüphe etmesinler, şiirlerini Fars dilinde yazmadığı için, eskiye devam etmediği için bundan beş yüzyıl önce Nevai’ye de gülerler, ona da düşmanlık gösterirlerdi. «Tazelik, yenilik asırlarla kaybolan bir şey değildir,» dedim; Fuzuli’yi, Baki’yi, Nedim’i yenidir, tazedir diye sevmeyenler, hiç sevmesinler daha iyi ederler.

Mehmet Kaplan daha birçok şeylerden bahsediyor. Yazısından, yabancı tesirlere düşman olduğu, hiç olmazsa onları pek dostça karşılamadığı hissediliyor. Bir taraftan divan edebiyatımızı, bir taraftan da: «Şinasi, Namık Kemal, Ahmet Mithat cümlelerimizin içinde gizlidir,» deyip Tanzimatçılarla onlardan hemen sonra gelenleri savunurken yabancı tesirlere düşmanlık göstermek, doğrusu, hayli garip oluyor. «Bizim kendi bünyemizden çıkan yenilik devam eder, yabancı tesir ise bir müddet havasını hâkim kıldıktan sonra silinir, gider,» demeden biraz önce: «Beş asırlık Divan edebiyatında, yabancılıklara nisbetle, kendimize has tarafların ne kadar az olduğu düşünülsün» diyor. Havasını bir müddet hâkim kıldıktan sonra silinip giden tesirin beş asır gibi kısa bir süre sürmesi, o tesirle doğmuş edebiyatta bugün de okunacak, hayran olunacak şairler bulunması… Bunlar bana biribirini pek tutmaz sözler gibi gözüküyor ama, kimbilir, belki de biribirine uygundur; hepsi de bir kalemden çıktığına göre elbette aralarında bir birlik vardır, ancak onu ben göremiyorum.

Bu münakaşaya devam etmek niyetinde değilim. Söyledim ya! bir zamanlar benim de uğraştığım işleri bugün, gerçekliği olmayan bir âlemin boş, lüzumsuz hayalleri diye duymaktan kendimi alamıyorum.

Nurullah ATAÇ, 4.9.1942, Cumhuriyet

Yorumlar