Estetik Varoluş: İmkanlarla Oynamak
“… gerçeklikle olan tüm bağlantısını kopardı çünkü gerçeklik, mümkün olanın yağmalanmasıydı.”
Bazen sadece olasılıkları, imkanları düşünerek mutlu olabilir insan. Uzun zamandır birinden hoşlanıyorsunuzdur ve sadece hayallerinizde bu sevgiye karşılık alabildiğiniz için ona duygularınızı açmayı erteliyorsunuzdur. Çünkü karşısına çıkıp kalbinizde biriktirdiklerinizi ona söylerseniz, sonsuz olasılıklar içinden sadece biri gerçekleşecek ve diğerleri de iptal olacak. ‘Ama benim bir sevgilim’ var dediğini düşünün… Hep hayalini kurduğunuz, sıcak bir yaz akşamı el ele sahilde yürüme olasılığınız bir anda çöp tenekesinde bulmaz mı kendisini? Veya… artık son sahnelerin oynandığı bir ilişkiniz vardır; çok canınız yansa, gücünüz tükenmiş olsa bile bir türlü ayrılık konuşmasını yapamazsınız. Çünkü hala herşeyin düzelebileceği olasılığına sıkı sıkı tutunmuşsunuzdur bir elinizle. Bu imkanın varlığı rahatlatır sizi ve sona gelmiş olduğunuzu gönül rahatlığıyla inkar etmenizi sağlar.
Bazen sadece bir karar almaktan kaçmak için olasılıklarla oynarız, imkanların evreninden çıkmak istemeyiz. Tüm olasılıklara eşit mesafede durduğumuz o korunaklı bölgeyi terk etmek istemeyiz. Çünkü vereceğimiz karar bizi, herşeyi hayal gücümüzle yönettiğimiz o güçlü konumdan çıkarıp gerçeklik dünyasına fırlatacak ve kararımız doğrultusunda ilerlemeye mecbur bırakacaktır.
Hayatınızda önemli kararlar vermeniz gereken zamanları bir düşünün… Olasılıklarla yatıp kalktığınız günleri… her olasılığı daha da detaylandırarak tekrar tekrar zihninizde canlandırdığınız anları… delirmeye ramak kaldığını sandığınız geceleri… ve yine kaldığınız yerden olasılıkların cümbüşüne uyandığınız sabahları… Bu çıkmazda kalmanın aslında bir açıdan büyük bir keyif olduğunu şimdi fark edebiliyor musunuz? Hiçbir şey gerçekleşmiş değil, hiçbir seçim yapmış değilsiniz ve dolayısıyla henüz hiçbir sorumluluk yüklenmemiş omuzlarınıza. Sadece bir oyun oynuyorsunuz: o mu bu mu oyunu… Bunu bazıları çıldırtıcı bulabilir. Olasılıkların sonsuzluğu baş döndürücüdür gerçekten… ama bu oyundan zevk almasını bildiğinizde, sanki zaman durur ve hep reklamı yapılan ‘şimdi’de kalırsınız. Çünkü ne ileri ne geri gidebilirsiniz. Tam o anda durmuşsunuzdur. Ve o ‘şimdi’ genişler her olasılıkla, iyice yayılır, hem geleceği hem de geçmişi etkisi altına alır. Şimdide kalmaktan başka çareniz yoktur: ne geçmişin sorumluluğunu ne de geleceğin bilinmezliğini kaldırabilirsiniz o noktada… sadece olasılıklar vardır ve olasılıkların sarhoşluğuyla kendinizi kaybetmek üzeresinizdir.
Büyük hayranı olduğum Danimarkalı düşünür Soren Kierkegaard, varoluşun üç evresinden bahseder: estetik, etik ve dinsel. İşte olasılıklarla oynadığımız, bir karar vermekten kaçındığımız, sadece o anın keyfine kendimizi teslim ettiğimiz bu evreye Kierkegaard estetik evre diyor. Burada etik bir kararın ağırlığını hissetmeyiz, bir çatışma yoktur, vicdan muhasebesi yoktur. Estetik evredeki kişi, hayalinde canlandırdığı her olasılıktan keyif alır ve kendisini buraya sıkıştırır. Gerçeklikle ilgilenmez. Sadece haz aldığı şeylerin peşindedir, bağlayıcı kararların hazzı öldürdüğünü düşünür. Hep ilginç olanı arar, sıkıcılıktan kaçar. ‘Her seçim bir kaybediştir’ der estetik evredeki kişi ve bu yüzden de seçim yapmayı reddeder. Bu varoluş evresindeki kişinin bir portresini çizmek için Kierkegaard, Johannes takma adı ile Baştan Çıkarıcının Günlüğü’nü yazar. Johannes, kendinden yaşça küçük Cordelia adlı genç ve masum bir kızı yavaş yavaş baştan çıkarmaya girişir, bunu kendisine görev edinir ve bir an bile hedefinden sapmaz. Kıza gerçekten aşık olduğunu vurgulasa da, Johannes’in asıl amacı aşkın erotik gücünden sonuna kadar faydalanmak, Cordelia’nin kadınlığını uyandırmak, baştan çıkarılmanın zevkine varmasını sağlamak ve nihayet onunla nişanlanmaktır. Fakat toplumsal hayat kurallarınca, sonraki adım olan evliliği asla gerçekleştirmemektir bu oyunu ilginç kılacak olan. Johannes planını öyle uygulayacaktır ki, Cordelia bu nişanı bozmak isteyen taraf olacaktır.1840’lardan bahsediyoruz… Danimarka’da bile olsa, o dönemlerde genç bir kızın nişan bozması epey büyük bir skandal olarak görülüyordu. Buna rağmen Johannes, Cordelia’yı bu raddeye getirmek istiyor. Cordelia’nın içindeki gücü uyandırmak için yaptığını söylüyor bunu: Aşkın ne demek olduğunu Johannes ile anlayacak olan Cordelia, bir erkeği etkisi altına almanın tadına varınca kadınlığının gücünü de keşfetmiş olacak. Ama Johannes’e daha da bağlanacak bu süreç içinde. Ve Johannes’in planı bu noktada ikinci aşamaya geçecek: Cordelia’ya özgürlüğünü vermek. İkisi de özgür olduklarında ancak birbirlerine ait olacaklar Johannes’e göre. Bu yüzden de bütün bağlılıklarından, toplumsal kurallardan arınmaları gerek. İşte tam burada Johannes’in Cordelia’yı evlilik kararını bozmaya doğru cezbetmesiyle devam edecektir oyun. Nihayetinde Johannes bunu başarır. Cordelia’dan ‘herşeyi’ aldıktan sonra, onu terk eder. Aşk ancak karşı taraftan bir direnç görüldükçe güzeldir Johannes’e göre; tamamen teslim olunduğunda aşk alışkanlığa ve güçsüzlüğe dönüşür, ki bu da estetik varoluş evresinde ‘sıkıcılığa’ tekabül eder. Günlüğün ilk sayfalarında neredeyse okuyucuyu da Cordelia’ya duyduğu aşkla baştan çıkaran Johannes, son sayfalardaki sözleriyle okuyucuda büyük bir rahatsızlık uyandırır. Hayalini kurduğu, peşinden aylarca sürüklendiği imkanı gerçekleşen Johannes, konuyu tam orada kapatır ve Cordelia’yı bir daha asla görmeyeceğini söyleyerek günlüğüne son verir. Kitabın başına yerleştirilen, Cordelia’nın Johannes’e bu olaydan sonra yazdığı mektuplara döner okuyucu. Gerçekten de Cordelia’nın o mektuplarda hayattan kazık yiyerek olgunlaşmış genç bir kadın olduğunu fark eder. Johannes’in planı kusursuz işlemiştir… ama tüm bunlara değer miydi diye de sormadan edemez okuyucu. Tüm yapılanın ‘etik’ boyutunu sorgular, vicdanı sızlar. Johannes estetik varoluş evresinde kalır ama biz okuyucular, bir üst evre olan etik varoluş evresine geçmek isteriz… çünkü burada yanlış birşeyler vardır. Verilen bir sözün ve bir kararın sorumluluğundan kaçmanın öteki üzerinde bıraktığı derin yara vardır… ve bu, canımızı acıtır.
Ahlâkî (Etik) Varoluş: Sorumluluk ve Fedakârlık
Aslında Baştan Çıkarıcı Johannes takma adını kullanarak yazan Kierkegaard’ın da canı acımaktaydı. 1837 yılında 24 yaşındayken, 14 yaşındaki Regine Olsen ile ilk kez karşılaşan Kierkegaard ona hemen aşık olmuştu. Çift 1840 yılında nişanlandı. Kierkegaard doktora tezini tamamlamış, Devlet Kilisesi’ndeki eğitiminin sonuna gelmişti. Kamusal hayata atılıp sorumluluk almaya hazırdı artık. Fakat 1841 yılında, yani nişandan tam bir yıl sonra ayrıldı genç çift. Babasını da aynı dönemde kaybeden Kierkegaard’ı derin bir melankoli rehin aldı. Regine’ye olan sevgisini yitirmemiş olmasına rağmen, evlilik fikri onu iliklerine kadar korkutuyor; aile kurmak ve baba olmak gibi sorumluluklardan kaçmak istiyordu. Bozulan nişanın akabinde Kierkegaard Berlin’de aldı soluğu: sadece yazacağı ve Schelling’in derslerine katılacağı aşırı üretken bir dönem onu bekliyordu. Regine ise henüz 18 yaşında ortada kalakalmıştı. 1843 yılında yayınlanan Baştan Çıkarıcının Günlüğü’nü, Kierkegaard’ın Regine Olsen’e ithafen yazdığı söylenir. Regine’nin adını kurtarmak için Johannes gibi bir kılığa bürünüp, bozulan nişanın suçunu üstüne almak için ve Regine’yi kendinden daha da uzaklaştırmak için yazılmıştır bu kitap sanki… Yani aslında Kierkegaard, estetik varoluş evresindeki Johannes’i aşmış, etik varoluş evresine geçmiştir ve bu, onu neredeyse duraksız yazmaya itmiştir yaptıklarının suçunu üstlenme arzusuyla…
Estetik evre, anlık hazların peşindeyken ve kendisini şimdiye hapsederken, etik evre sonsuza ve evrensele ulaşmayı hedefler. Toplumu ve ahlakı kuran etik kurallara değer verir. Özgür olmanın bize yüklediği sorumluluklarımız vardır ve bunlardan kaçmak çözüm değildir. Aksine her yeni güne, bu sorumluluklar ışığında ‘hazırım’ diye uyanmaktır etik varoluş: yani bir adanmışlıktır, bir sözü yerine getirmektir. Etik varoluştaki birini tanıtmak için kullandığı Wilhelm takma adıyla yazdığı yazılarda Kierkegaard, estetik evrenin çıkmazlarını ele alır ama asla eleştirmez. Çünkü bunlar birbirlerini tamamlayan evrelerdir. Fakat kişiliğin kurulması etik evrede gerçekleşir. Çünkü bizi olduğumuz kişi yapan şey kararlarımız ve seçimlerimizdir. İşte o karar anları, uğrunda öleceğimiz ya da hayatımızı adayacağımız hakikatin açımlandığı anlardır… Hayatın dağınık anları tam da bu kararlarda ve seçimlerde bir araya toplanır ve bir bütünlük hissi verir. Her seçim bir kaybediş değildir belki de, çünkü her seçimle kendimizi kazanırız aslında. Evet olasılıklardan feragat etmek zorunda kalırız, ama bir karar vermiş olarak kendimizi de ortaya koymuş oluruz. Günlerce oturup içimizde biriktirdiğimiz duyguları nasıl söyleyeceğimizin hayalini kurmak yerine, cesareti toplayıp ‘seni seviyorum’ demenin sonuçlarına hazır olmanın ayrı bir keyfi vardır… Bizi ilerletir… Aynı şekilde, kaçınılan ayrılık konuşması örneğinde de aynı şey söz konusudur… Bir defteri kapatabilmenin gücüyle yeni olasılıklara açılırız. Evet bir grup sonsuz olasılık iptal edilmiş olur ama bir başka grup sonsuz olasılık hala bizi beklemektedir. Özgürlüğün sorumluluğu, karar verebilmenin sorumluluğu budur: gerçeklikle muhattap olup imkan gruplarını bir bir öldürmektir. Mümkün olandan çalmaktır seçim yapmak ama bizi ‘kişiliğimize’ kavuşturacak olan budur. Katettiğimiz yolu görmemizi sağlayan, yaptığımız seçimlerdir…
Kierkegaard’ın çok meşhur Korku ve Titreme adlı kitabında yeniden ele aldığı Avraam ve Yitzhak hikayesinde ‘dinsel’ varoluş evresini nasıl açıkladığını ise diğer yazıya bırakalım derim… Bir ipucu: Orada da, hala sevdiği (belki de hayatı boyunca sevdiği tek kadın olan) Regine Olsen’le ufak bir hesaplaşması vardır…
Saçma Bile Olsa İnanmak: Korku ve Titreme
“… gerçeklikle olan tüm bağlantısını kopardı çünkü gerçeklik, mümkün olanın yağmalanmasıydı.”
Bazen sadece olasılıkları, imkanları düşünerek mutlu olabilir insan. Uzun zamandır birinden hoşlanıyorsunuzdur ve sadece hayallerinizde bu sevgiye karşılık alabildiğiniz için ona duygularınızı açmayı erteliyorsunuzdur. Çünkü karşısına çıkıp kalbinizde biriktirdiklerinizi ona söylerseniz, sonsuz olasılıklar içinden sadece biri gerçekleşecek ve diğerleri de iptal olacak. ‘Ama benim bir sevgilim’ var dediğini düşünün… Hep hayalini kurduğunuz, sıcak bir yaz akşamı el ele sahilde yürüme olasılığınız bir anda çöp tenekesinde bulmaz mı kendisini? Veya… artık son sahnelerin oynandığı bir ilişkiniz vardır; çok canınız yansa, gücünüz tükenmiş olsa bile bir türlü ayrılık konuşmasını yapamazsınız. Çünkü hala herşeyin düzelebileceği olasılığına sıkı sıkı tutunmuşsunuzdur bir elinizle. Bu imkanın varlığı rahatlatır sizi ve sona gelmiş olduğunuzu gönül rahatlığıyla inkar etmenizi sağlar.
Bazen sadece bir karar almaktan kaçmak için olasılıklarla oynarız, imkanların evreninden çıkmak istemeyiz. Tüm olasılıklara eşit mesafede durduğumuz o korunaklı bölgeyi terk etmek istemeyiz. Çünkü vereceğimiz karar bizi, herşeyi hayal gücümüzle yönettiğimiz o güçlü konumdan çıkarıp gerçeklik dünyasına fırlatacak ve kararımız doğrultusunda ilerlemeye mecbur bırakacaktır.
Hayatınızda önemli kararlar vermeniz gereken zamanları bir düşünün… Olasılıklarla yatıp kalktığınız günleri… her olasılığı daha da detaylandırarak tekrar tekrar zihninizde canlandırdığınız anları… delirmeye ramak kaldığını sandığınız geceleri… ve yine kaldığınız yerden olasılıkların cümbüşüne uyandığınız sabahları… Bu çıkmazda kalmanın aslında bir açıdan büyük bir keyif olduğunu şimdi fark edebiliyor musunuz? Hiçbir şey gerçekleşmiş değil, hiçbir seçim yapmış değilsiniz ve dolayısıyla henüz hiçbir sorumluluk yüklenmemiş omuzlarınıza. Sadece bir oyun oynuyorsunuz: o mu bu mu oyunu… Bunu bazıları çıldırtıcı bulabilir. Olasılıkların sonsuzluğu baş döndürücüdür gerçekten… ama bu oyundan zevk almasını bildiğinizde, sanki zaman durur ve hep reklamı yapılan ‘şimdi’de kalırsınız. Çünkü ne ileri ne geri gidebilirsiniz. Tam o anda durmuşsunuzdur. Ve o ‘şimdi’ genişler her olasılıkla, iyice yayılır, hem geleceği hem de geçmişi etkisi altına alır. Şimdide kalmaktan başka çareniz yoktur: ne geçmişin sorumluluğunu ne de geleceğin bilinmezliğini kaldırabilirsiniz o noktada… sadece olasılıklar vardır ve olasılıkların sarhoşluğuyla kendinizi kaybetmek üzeresinizdir.
Büyük hayranı olduğum Danimarkalı düşünür Soren Kierkegaard, varoluşun üç evresinden bahseder: estetik, etik ve dinsel. İşte olasılıklarla oynadığımız, bir karar vermekten kaçındığımız, sadece o anın keyfine kendimizi teslim ettiğimiz bu evreye Kierkegaard estetik evre diyor. Burada etik bir kararın ağırlığını hissetmeyiz, bir çatışma yoktur, vicdan muhasebesi yoktur. Estetik evredeki kişi, hayalinde canlandırdığı her olasılıktan keyif alır ve kendisini buraya sıkıştırır. Gerçeklikle ilgilenmez. Sadece haz aldığı şeylerin peşindedir, bağlayıcı kararların hazzı öldürdüğünü düşünür. Hep ilginç olanı arar, sıkıcılıktan kaçar. ‘Her seçim bir kaybediştir’ der estetik evredeki kişi ve bu yüzden de seçim yapmayı reddeder. Bu varoluş evresindeki kişinin bir portresini çizmek için Kierkegaard, Johannes takma adı ile Baştan Çıkarıcının Günlüğü’nü yazar. Johannes, kendinden yaşça küçük Cordelia adlı genç ve masum bir kızı yavaş yavaş baştan çıkarmaya girişir, bunu kendisine görev edinir ve bir an bile hedefinden sapmaz. Kıza gerçekten aşık olduğunu vurgulasa da, Johannes’in asıl amacı aşkın erotik gücünden sonuna kadar faydalanmak, Cordelia’nin kadınlığını uyandırmak, baştan çıkarılmanın zevkine varmasını sağlamak ve nihayet onunla nişanlanmaktır. Fakat toplumsal hayat kurallarınca, sonraki adım olan evliliği asla gerçekleştirmemektir bu oyunu ilginç kılacak olan. Johannes planını öyle uygulayacaktır ki, Cordelia bu nişanı bozmak isteyen taraf olacaktır.1840’lardan bahsediyoruz… Danimarka’da bile olsa, o dönemlerde genç bir kızın nişan bozması epey büyük bir skandal olarak görülüyordu. Buna rağmen Johannes, Cordelia’yı bu raddeye getirmek istiyor. Cordelia’nın içindeki gücü uyandırmak için yaptığını söylüyor bunu: Aşkın ne demek olduğunu Johannes ile anlayacak olan Cordelia, bir erkeği etkisi altına almanın tadına varınca kadınlığının gücünü de keşfetmiş olacak. Ama Johannes’e daha da bağlanacak bu süreç içinde. Ve Johannes’in planı bu noktada ikinci aşamaya geçecek: Cordelia’ya özgürlüğünü vermek. İkisi de özgür olduklarında ancak birbirlerine ait olacaklar Johannes’e göre. Bu yüzden de bütün bağlılıklarından, toplumsal kurallardan arınmaları gerek. İşte tam burada Johannes’in Cordelia’yı evlilik kararını bozmaya doğru cezbetmesiyle devam edecektir oyun. Nihayetinde Johannes bunu başarır. Cordelia’dan ‘herşeyi’ aldıktan sonra, onu terk eder. Aşk ancak karşı taraftan bir direnç görüldükçe güzeldir Johannes’e göre; tamamen teslim olunduğunda aşk alışkanlığa ve güçsüzlüğe dönüşür, ki bu da estetik varoluş evresinde ‘sıkıcılığa’ tekabül eder. Günlüğün ilk sayfalarında neredeyse okuyucuyu da Cordelia’ya duyduğu aşkla baştan çıkaran Johannes, son sayfalardaki sözleriyle okuyucuda büyük bir rahatsızlık uyandırır. Hayalini kurduğu, peşinden aylarca sürüklendiği imkanı gerçekleşen Johannes, konuyu tam orada kapatır ve Cordelia’yı bir daha asla görmeyeceğini söyleyerek günlüğüne son verir. Kitabın başına yerleştirilen, Cordelia’nın Johannes’e bu olaydan sonra yazdığı mektuplara döner okuyucu. Gerçekten de Cordelia’nın o mektuplarda hayattan kazık yiyerek olgunlaşmış genç bir kadın olduğunu fark eder. Johannes’in planı kusursuz işlemiştir… ama tüm bunlara değer miydi diye de sormadan edemez okuyucu. Tüm yapılanın ‘etik’ boyutunu sorgular, vicdanı sızlar. Johannes estetik varoluş evresinde kalır ama biz okuyucular, bir üst evre olan etik varoluş evresine geçmek isteriz… çünkü burada yanlış birşeyler vardır. Verilen bir sözün ve bir kararın sorumluluğundan kaçmanın öteki üzerinde bıraktığı derin yara vardır… ve bu, canımızı acıtır.
Ahlâkî (Etik) Varoluş: Sorumluluk ve Fedakârlık
Aslında Baştan Çıkarıcı Johannes takma adını kullanarak yazan Kierkegaard’ın da canı acımaktaydı. 1837 yılında 24 yaşındayken, 14 yaşındaki Regine Olsen ile ilk kez karşılaşan Kierkegaard ona hemen aşık olmuştu. Çift 1840 yılında nişanlandı. Kierkegaard doktora tezini tamamlamış, Devlet Kilisesi’ndeki eğitiminin sonuna gelmişti. Kamusal hayata atılıp sorumluluk almaya hazırdı artık. Fakat 1841 yılında, yani nişandan tam bir yıl sonra ayrıldı genç çift. Babasını da aynı dönemde kaybeden Kierkegaard’ı derin bir melankoli rehin aldı. Regine’ye olan sevgisini yitirmemiş olmasına rağmen, evlilik fikri onu iliklerine kadar korkutuyor; aile kurmak ve baba olmak gibi sorumluluklardan kaçmak istiyordu. Bozulan nişanın akabinde Kierkegaard Berlin’de aldı soluğu: sadece yazacağı ve Schelling’in derslerine katılacağı aşırı üretken bir dönem onu bekliyordu. Regine ise henüz 18 yaşında ortada kalakalmıştı. 1843 yılında yayınlanan Baştan Çıkarıcının Günlüğü’nü, Kierkegaard’ın Regine Olsen’e ithafen yazdığı söylenir. Regine’nin adını kurtarmak için Johannes gibi bir kılığa bürünüp, bozulan nişanın suçunu üstüne almak için ve Regine’yi kendinden daha da uzaklaştırmak için yazılmıştır bu kitap sanki… Yani aslında Kierkegaard, estetik varoluş evresindeki Johannes’i aşmış, etik varoluş evresine geçmiştir ve bu, onu neredeyse duraksız yazmaya itmiştir yaptıklarının suçunu üstlenme arzusuyla…
Estetik evre, anlık hazların peşindeyken ve kendisini şimdiye hapsederken, etik evre sonsuza ve evrensele ulaşmayı hedefler. Toplumu ve ahlakı kuran etik kurallara değer verir. Özgür olmanın bize yüklediği sorumluluklarımız vardır ve bunlardan kaçmak çözüm değildir. Aksine her yeni güne, bu sorumluluklar ışığında ‘hazırım’ diye uyanmaktır etik varoluş: yani bir adanmışlıktır, bir sözü yerine getirmektir. Etik varoluştaki birini tanıtmak için kullandığı Wilhelm takma adıyla yazdığı yazılarda Kierkegaard, estetik evrenin çıkmazlarını ele alır ama asla eleştirmez. Çünkü bunlar birbirlerini tamamlayan evrelerdir. Fakat kişiliğin kurulması etik evrede gerçekleşir. Çünkü bizi olduğumuz kişi yapan şey kararlarımız ve seçimlerimizdir. İşte o karar anları, uğrunda öleceğimiz ya da hayatımızı adayacağımız hakikatin açımlandığı anlardır… Hayatın dağınık anları tam da bu kararlarda ve seçimlerde bir araya toplanır ve bir bütünlük hissi verir. Her seçim bir kaybediş değildir belki de, çünkü her seçimle kendimizi kazanırız aslında. Evet olasılıklardan feragat etmek zorunda kalırız, ama bir karar vermiş olarak kendimizi de ortaya koymuş oluruz. Günlerce oturup içimizde biriktirdiğimiz duyguları nasıl söyleyeceğimizin hayalini kurmak yerine, cesareti toplayıp ‘seni seviyorum’ demenin sonuçlarına hazır olmanın ayrı bir keyfi vardır… Bizi ilerletir… Aynı şekilde, kaçınılan ayrılık konuşması örneğinde de aynı şey söz konusudur… Bir defteri kapatabilmenin gücüyle yeni olasılıklara açılırız. Evet bir grup sonsuz olasılık iptal edilmiş olur ama bir başka grup sonsuz olasılık hala bizi beklemektedir. Özgürlüğün sorumluluğu, karar verebilmenin sorumluluğu budur: gerçeklikle muhattap olup imkan gruplarını bir bir öldürmektir. Mümkün olandan çalmaktır seçim yapmak ama bizi ‘kişiliğimize’ kavuşturacak olan budur. Katettiğimiz yolu görmemizi sağlayan, yaptığımız seçimlerdir…
Kierkegaard’ın çok meşhur Korku ve Titreme adlı kitabında yeniden ele aldığı Avraam ve Yitzhak hikayesinde ‘dinsel’ varoluş evresini nasıl açıkladığını ise diğer yazıya bırakalım derim… Bir ipucu: Orada da, hala sevdiği (belki de hayatı boyunca sevdiği tek kadın olan) Regine Olsen’le ufak bir hesaplaşması vardır…
Saçma Bile Olsa İnanmak: Korku ve Titreme
[Muharref] İncil'i ilk kez elime alışım bundan dört sene öncesine rastlar. Vesile ise Kierkegaard’ın Korku ve Titreme adlı
kitabıdır. Hz. İbrahim’ın, oğlu İzhak’ı [bize göre İsmâil AS] kurban etme hikayesini ilk kez,
Kierkegaard’ın varoluş krizleriyle dolu, hayli duygulu ve bir o kadar
şiirsel yorumu üzerinden okuduktan sonra hikayenin orjinalini, yani
Kutsal Kitap’taki halini okumak için büyük bir merak uyanmıştı içimde.
Kierkegaard’ı böylesine etkileyen bu hikaye, ‘İnsalığın En Büyük
Hikayesi’nde nasıl anlatılmıştı acaba? Büyük bir merakla ilgili bölümü
açtım ve Kierkegaard’ın 120-küsur sayfalık bu etkileyici metni yazmasına
esin olan hikayenin kupkuru 13 cümleden ibaret olduğunu gördüm. Ne
büyük bir hayalkırıklığına uğradığımı size anlatamam. Bu 13 cümlede
Tanrı Avraam’dan, yıllarca beklediği oğlu Yitzhak’ı kurban etmesini
ister. Avraam, Tanrı’nın bu dehşet verici isteğini hiç tereddütsüz
yerine getirir ve büyük bir soğukkanlılıkla Moria Dağı’na götürür
biricik oğlunu – öldürmek için! Fakat son anda, Tanrı bir melek
aracılığıyla Avraam’a oğlu yerine kurban etmesi için bir koç gönderir.
Avraam, Tanrı’nın sınavını geçmiştir. Bu korkunç sınamayı anlatan
satırlarda sadece 2 duygunun adı geçer: ‘… sevdiğin biricik oğlun…’ der Tanrı ve ‘…Tanrı’dan korktuğunu anladım’
der kurbanlık koçu getiren melek. Sevgi ve Korku: Kutsal Kitap sadece
bu duyguların adını anar. Tabii ki burada şaşılacak bir durum, Kutsal
Kitap’ta tesadüf yoktur! Zaten Kierkegaard’ın da bütün çabası, bu
hikayeyi Kutsal Kitap’taki bağlamından çıkarıp gündelik hayat
çerçevesinde düşündüğümüzde, böylesine korkunç bir durumla baş ederken
sevgi ve korkunun ilişkisini incelemek. Bu arada söylemeden geçmeyeyim:
İlk bakışta kupkuru bulduğum bu 13 cümlenin neden bu şekilde yazıldığını
daha sonra idrak edebildim: Çünkü bu 13-cümle dünyanın en çok
yorumlanan 13-cümlesinden biriydi ve bunca yorumu kaldırabilmesinin tek
koşulu ise kupkuru ifade edilmiş olmasıydı! ‘İnsanlığın En Büyük
Hikayesi’, tüm insanlığın yorumuna açıktı ne de olsa…
Korku ve Titreme, Avraam ve Yithzak’ın 13 cümlede anlatılan hikayesinde ne gibi duyguların yaşanmış olabileceğini anlatmak için hikayenin dört farklı verisyonunu kurar. İlkinde, Avraam şefkati bir baba gibi Yitzhak’ı dağa çıkarır ama vardıklarında gaddarca, ‘aptal çocuk ben senin baban değilim’ der. Yitzak bunun üzerine gerçek babası olan Tanrı’ya sığınır. Avraam’ın bunu yapmaktaki amacı, Yitzhak’ın kendisinden vazgeçip Tanrı’ya daha çok bağlanmasını sağlamaktır. İkinci versiyonda, Avraam tam hançeri Yitzhak’a saplamak üzereyken Tanrı kurbanlık koçu gönderir. Koç kurban edilir ve Avraam ile Yitzhak sessizce eve dönerler. Fakat bu olaydan sonra Avraam bir daha hiç mutlu olamaz. Tanrı’nın bu sınavını asla unutamaz ve Tanrı’ya olan inancını yitirir. Çünkü hançeri kaldırdığı an, zaten oğlunu öldürdüğü andır. Kendisinden böyle birşey isteyen bir Tanrı ancak onu terk etmiş bir Tanrı olmalıdır diye düşünür Avraam. Üçüncü versiyonda, Avraam Tanrı’nın sınavını kabul eder ama bir yandan da biricik oğlunu öldürmeye razı geldiği ve babalık görevine ihanet ettiği için Tanrı’ya bu ‘günahını’ bağışlaması için yakarır. Avraam’ın inancı hala herşeye rağmen sapasağlamdır. Dördüncü versiyon ise Yitzhak’a odaklanır. Yitzhak babasının acısını hisseder ama yine de onun hiç duraksamadan hançeri kaldırdığına şahit olur. Yitzhak o an babasının inancının sağlamlığı karşısında kendi inancını yitirir. Küçük bir çocuk için, babasının Tanrı’yı, kendisinden daha çok sevdiğini ve Tanrı isterse onu öldürebileceğini fark etmek büyük bir travmadır hiç kuşkusuz.
Tanrı’nın çağrısıyla kendisini böylesine dehşet bir durumda bulan Avraam’ın neler hissetmiş olabileceğine biraz daha yaklaştırır bizi bu senaryolar, ama yine de soru hala aynıdır: Avraam’ı nasıl anlayabiliriz? Avraam’ın tam bir asır sonra, 100 yaşındayken bir mucize eseri sahip olduğu, canından bile çok sevdiği oğlunu öldürmek üzere hançerini kaldırmasına sebep olan inancını nasıl anlayabiliriz? Kierkegaard bu sorulara, kurgusal bir şair olan Johannes de Silentio takma adıyla cevap verir: Anlayamayız! Sessizliğin şairi bize, söze dökülemeyen, dil yoluyla kavranamayacak bir durumla karşı karşıya olduğumuzu söyler.
Avraam’ın yaptığı üzerine düşünmek aklı ve anlama yetisini felce uğratır, çünkü aklın ve anlama yetisinin sınırlarını aşan bir şey devrededir burada: inanç! Evrensel etik kuralları bir anda geçersiz kılan, onları yıkan bir durum söz konusudur. Bir babanın oğlunu öldürmeye razı gelmesini hiçbir etik yaklaşım açıklayamaz. Bu, en temel etik yasaya olan ‘Öldürmeyeceksin’ ile çelişir ve etik açıdan hiçbir şekilde haklı çıkarılamaz. Avraam’ın yaptığı, Agamemnon ya da Yiftah gibi ‘trajik kahramanların’ yaptığın benzer bir seçim değildir. Trajik kahraman hala etik çerçevenin içindedir, iki etik sorumluluk arasında sıkışmıştır. İki evrensel kural arasında bir seçim yapmak zorunda kaldığı için yaşadığı bir gerginliktir onun trajedisine sebep. Örneğin, halkını kurtarmak için öz kızını kurban etmek zorunda kalmak gibi. Trajik kahramanın için üzülürüz, onun sıkışmışlığını anlayabiliriz, akıl yoluyla açıklayabiliriz. Fakat Avraam’ın durumunda etiğin açıklayamadığı, yetersiz kaldığı birşey vardır: Avraam içindeki inanç uğruna oğlunu feda etmeye hazırlanır. Yani etik varoluş evresinden, dinsel evreye bir sıçrama yapar.
Kierkegaard, De Silentio’nun ağzından iki tür inanç hareketi olduğunu anlatır. İlk sıçramayı gerçekleştiremeyen ikincisini yapamaz. İlk sıçrama, arzu ettiği şeyden bu gerçeklik dünyasında tamamen vazgeçmeyi gerektirir. Fakat bunun kazanımı, kişinin o şeyi kendi içselliğinde sonsuza kadar yaşatabilmesidir. Kişi bu dünyadan çekilir ama sonsuzlukta yaşamaya devam eder. Çok da yabancı olmayan bir örnekle anlatalım durumu: Karşılıksız bir aşk ilişkisi düşünün; fakir bir köylü bir prensese aşık olsun mesela. Asla gerçekliğe kavuşamayacak bir aşktır bu. Köylü aşkından vazgeçemez, bu aşka teslim olur, onun içinde boğulmaya razıdır. Bu uğurda herşeyi feda edecek cesarete sahiptir ve bu sayede inanç sıçramasını yapar: kendisini bu dünyadaki diğer tüm imkanlara, diğer tüm aşklara, diğer tüm kadınlara kapatır. İçinde yaşatır prensese duyduğu aşkı. Onu kendi içsel dünyasında elde eder. Bu dünyadan geri çekilirken bu dünyaya karşı beslediği tüm umutlarını da çeker. Bu dünyadaki imkansızlığa sırtını döner; bunun kazandırdığı ise ideal ve sonsuz bir aşktır. Bu inanç sıçramasını gerçekleştiren kişi huzura erer. Çünkü ne olursa olsun prensesi sevmeye devam edecektir: Prensesin bu dünyada ne yaptığı, kiminle olduğu onu hiç ilgilendirmez artık. Prensesi ideal dünyaya taşımıştır ve orada onunla mutludur.
İkinci inanç sıçraması ise birincisinden daha büyük bir cesaret gerektirir ve ancak birinci sıçramadan sonra mümkün hale gelir. Prensese duyulan aşk örneğinden devam edersek, bu aşamada köylüye bir umut eşlik eder hep. Bir yanıyla prensesten sonsuza kadar vazgeçmiştir ama bir yanıyla da, ‘saçma’ bile olsa, prensesi bu dünyada kazanabileceğine inanır. Yani önce imkansızlıkla yüzleşir, sonra da saçma bile olsa imkansızın gerçekleşebileceğine inanır. Bu inanç sıçramasında, sığındığı ebedi ideal dünyadan, gerçeklik dünyasına kocaman bir adımla uzanma itkisi vardır. Gerçeklik dünyasına yeniden sıçramak için gereken bu umudu tetikleyen nedir, bu ise asla dile getirilemez.
Şimdi Avraam’ın hikayesine tekrar dönelim ve onun bu inanç sıçramasını nasıl gerçekleştirdiğine bakalım. Avraam çok inançlı ve Tanrı korkusu olan bir insan. Aynı zamanda oğlunu çok seven bir baba. Ancak böyle bir insan Tanrı’nın bu ‘zorlu’ sınavına tabi tutulabilirdi zaten. Avraam, Tanrı ona seslendiği an -Tanrı’nın ondan ne isteyeceğini hiç düşünmeden, sorgulamadan- hemen onun çağrısının sorumluluğunu üstlenir. Zaten Tanrı sizi çağırıyorsa, duymazlıktan gelme gibi bir şansınız olduğunu sanmıyorum! Ve hemen ardından Tanrı’nın isteğiyle yüzleşir Avraam, korku ve titremeyle… oğlunu feda etmeye hazır olması yetmez, bu işi yapmak zorunda olan da yine kendisidir. Neden Tanrı kendisi gelip almaz Yitzhak’ı da bu işi Avraam’a yaptırmak ister? İşin dehşetini yavaş yavaş daha iyi idrak ediyoruz, değil mi? Bununla da kalmaz, Tanrı Avraam’dan dünyada en sevdiği şeyi kurban etmesini ister. Çünkü gerçek sınav, kişinin ancak en değerli bulduğu, onsuz yaşayamayacağı şeyi kaybetmeyi göze alıp almadığında ortaya çıkar. Üstüne üstlük Yithzak, soyun devamını da simgelemektedir. Yani Tanrı Avraam’dan tek oğlunu değil, gelecek nesillerdeki oğullarını, tüm soyunu da kurban etmesini ister. Kutsal Kitap’taki 13 cümle, tüm bunlar olup biterken Avraam’ın hissettiği korkuyu bize hiç belli etmez. Dağa çıkarlar. Avraam oğlunu öldürmek üzere hançeri kaldırır. Gözlerinde keder, kalbinde acı ve tüm varoluşunu titreten bir korku vardır bedeninde. Şimdi bir anlığına donduralım sahneyi: Avraam oğlunu dağa çıkardığında ilk inanç sıçramasını yaptı ve oğlundan vazgeçti, onu kurban etmeye razı oldu. Fakat bununla kalmadı, Avraam ikinci sıçramayı da gerçekleştirdi. Zaten bu sayede hançeri havaya kaldıracak gücü bulabildi. Avraam, ‘saçma bile olsa’ hala oğlunu geri alabileceğine inanıyordu; çünkü Tanrı için herşey mümkündü. Avraam tüm etik kuralları hiç saydı ve Yitzhak’a yeniden kavuşacağına inanarak dinsel evreye sıçradı… Şimdi devam etsin sahne: Avraam, bir eliyle hançeri, diğeriyle Yitzhak’ın boynunu tutarken bir yandan bu dünyada herşeyi kaybettiğine inanıyor, bir yandan da bunların hepsinin ona yeniden geri döneceğine inanıyordu. Ve saçma olan gerçekleşti: Tanrı tam o anda (ne erken ne de geç, tam gerektiği anda) ona kurbanlık bir koç gönderdi… Yitzhak’ı ikinci kez armağan etti Avraam’a… Bu uçurumdan ancak Avraam gibi inançlı insanlar atlayabilir Kierkegaard’a göre… Saçma olana inanmak her baba yiğidin harcı değildir, kendinizi bir anda yere çakılmış bulmanız da imkanlar dahilinde ne de olsa…
Son Batman filminde (‘Kara Şövalye Yükseliyor’) Kierkegaard’ın bahsettiği inanç sıçramasına örnek olabilecek çok güzel bir sahne var. Bruce Wayne’in, nam-ı diğer Batman’in, hapsedildiği derin çukurdan kurtulabilmesi için uçurumdan atlaması gerekiyor. Ama o bir türlü başaramıyor bunu. Derken, hücre komşusu kör bir bilge, ona yeterince korkmadığını, oysa bu sıçramayı yapabilmek için ölümden korkmak gerektiğini söylüyor. Korku olmadan cesaret olmaz, cesaret olmadan da inanç sıçraması gerçekleştirilemez. Ölümden korkmayı öğrenen Bruce Wayne sıçramayı gerçekleştirir ve kurtulur. İnanç korkuyu gerektirir. Bizi umuda yönelten, saçmaya inandıran şey, bizi iliklerimize kadar zangır zangır titreyen korkudur. İnanca adanmış bir hayat kolay bir hayat değildir. Kierkegaard tam da bunu göstermek için bize Avraam’ın dehşet hikayesini anlatır. Regine Olsen’le nişanını neden bozduğunu anlatmak için de bir vesiledir sanki bu… Kendisini etik hayatın yükümlülüklerini (iyi bir koca, iyi bir baba olma vs) aşan bir yola adadığını düşünür Kierkegaard. Oysa yanıldığının kendisi de farkındadır. 1843’te (Regine’den ayrıldıktan 2 sene sonra, Korku ve Titreme’nin yayınlandığı sene) günlüğüne şunları yazmıştır: ‘Eğer gerçekten inancım olsaydı, Regine’yle kalırdım’… Belki de Kierkegaard, Regine konusunda Batman kadar ileri gidememiş, ikinci sıçramayı gerçekleştirememiştir… Belki de ikinci sıçrama ancak Avraam ya da Batman gibi süper kahramanların yapabileceği bir şeydir…
Korku ve Titreme, Avraam ve Yithzak’ın 13 cümlede anlatılan hikayesinde ne gibi duyguların yaşanmış olabileceğini anlatmak için hikayenin dört farklı verisyonunu kurar. İlkinde, Avraam şefkati bir baba gibi Yitzhak’ı dağa çıkarır ama vardıklarında gaddarca, ‘aptal çocuk ben senin baban değilim’ der. Yitzak bunun üzerine gerçek babası olan Tanrı’ya sığınır. Avraam’ın bunu yapmaktaki amacı, Yitzhak’ın kendisinden vazgeçip Tanrı’ya daha çok bağlanmasını sağlamaktır. İkinci versiyonda, Avraam tam hançeri Yitzhak’a saplamak üzereyken Tanrı kurbanlık koçu gönderir. Koç kurban edilir ve Avraam ile Yitzhak sessizce eve dönerler. Fakat bu olaydan sonra Avraam bir daha hiç mutlu olamaz. Tanrı’nın bu sınavını asla unutamaz ve Tanrı’ya olan inancını yitirir. Çünkü hançeri kaldırdığı an, zaten oğlunu öldürdüğü andır. Kendisinden böyle birşey isteyen bir Tanrı ancak onu terk etmiş bir Tanrı olmalıdır diye düşünür Avraam. Üçüncü versiyonda, Avraam Tanrı’nın sınavını kabul eder ama bir yandan da biricik oğlunu öldürmeye razı geldiği ve babalık görevine ihanet ettiği için Tanrı’ya bu ‘günahını’ bağışlaması için yakarır. Avraam’ın inancı hala herşeye rağmen sapasağlamdır. Dördüncü versiyon ise Yitzhak’a odaklanır. Yitzhak babasının acısını hisseder ama yine de onun hiç duraksamadan hançeri kaldırdığına şahit olur. Yitzhak o an babasının inancının sağlamlığı karşısında kendi inancını yitirir. Küçük bir çocuk için, babasının Tanrı’yı, kendisinden daha çok sevdiğini ve Tanrı isterse onu öldürebileceğini fark etmek büyük bir travmadır hiç kuşkusuz.
Tanrı’nın çağrısıyla kendisini böylesine dehşet bir durumda bulan Avraam’ın neler hissetmiş olabileceğine biraz daha yaklaştırır bizi bu senaryolar, ama yine de soru hala aynıdır: Avraam’ı nasıl anlayabiliriz? Avraam’ın tam bir asır sonra, 100 yaşındayken bir mucize eseri sahip olduğu, canından bile çok sevdiği oğlunu öldürmek üzere hançerini kaldırmasına sebep olan inancını nasıl anlayabiliriz? Kierkegaard bu sorulara, kurgusal bir şair olan Johannes de Silentio takma adıyla cevap verir: Anlayamayız! Sessizliğin şairi bize, söze dökülemeyen, dil yoluyla kavranamayacak bir durumla karşı karşıya olduğumuzu söyler.
Avraam’ın yaptığı üzerine düşünmek aklı ve anlama yetisini felce uğratır, çünkü aklın ve anlama yetisinin sınırlarını aşan bir şey devrededir burada: inanç! Evrensel etik kuralları bir anda geçersiz kılan, onları yıkan bir durum söz konusudur. Bir babanın oğlunu öldürmeye razı gelmesini hiçbir etik yaklaşım açıklayamaz. Bu, en temel etik yasaya olan ‘Öldürmeyeceksin’ ile çelişir ve etik açıdan hiçbir şekilde haklı çıkarılamaz. Avraam’ın yaptığı, Agamemnon ya da Yiftah gibi ‘trajik kahramanların’ yaptığın benzer bir seçim değildir. Trajik kahraman hala etik çerçevenin içindedir, iki etik sorumluluk arasında sıkışmıştır. İki evrensel kural arasında bir seçim yapmak zorunda kaldığı için yaşadığı bir gerginliktir onun trajedisine sebep. Örneğin, halkını kurtarmak için öz kızını kurban etmek zorunda kalmak gibi. Trajik kahramanın için üzülürüz, onun sıkışmışlığını anlayabiliriz, akıl yoluyla açıklayabiliriz. Fakat Avraam’ın durumunda etiğin açıklayamadığı, yetersiz kaldığı birşey vardır: Avraam içindeki inanç uğruna oğlunu feda etmeye hazırlanır. Yani etik varoluş evresinden, dinsel evreye bir sıçrama yapar.
Kierkegaard, De Silentio’nun ağzından iki tür inanç hareketi olduğunu anlatır. İlk sıçramayı gerçekleştiremeyen ikincisini yapamaz. İlk sıçrama, arzu ettiği şeyden bu gerçeklik dünyasında tamamen vazgeçmeyi gerektirir. Fakat bunun kazanımı, kişinin o şeyi kendi içselliğinde sonsuza kadar yaşatabilmesidir. Kişi bu dünyadan çekilir ama sonsuzlukta yaşamaya devam eder. Çok da yabancı olmayan bir örnekle anlatalım durumu: Karşılıksız bir aşk ilişkisi düşünün; fakir bir köylü bir prensese aşık olsun mesela. Asla gerçekliğe kavuşamayacak bir aşktır bu. Köylü aşkından vazgeçemez, bu aşka teslim olur, onun içinde boğulmaya razıdır. Bu uğurda herşeyi feda edecek cesarete sahiptir ve bu sayede inanç sıçramasını yapar: kendisini bu dünyadaki diğer tüm imkanlara, diğer tüm aşklara, diğer tüm kadınlara kapatır. İçinde yaşatır prensese duyduğu aşkı. Onu kendi içsel dünyasında elde eder. Bu dünyadan geri çekilirken bu dünyaya karşı beslediği tüm umutlarını da çeker. Bu dünyadaki imkansızlığa sırtını döner; bunun kazandırdığı ise ideal ve sonsuz bir aşktır. Bu inanç sıçramasını gerçekleştiren kişi huzura erer. Çünkü ne olursa olsun prensesi sevmeye devam edecektir: Prensesin bu dünyada ne yaptığı, kiminle olduğu onu hiç ilgilendirmez artık. Prensesi ideal dünyaya taşımıştır ve orada onunla mutludur.
İkinci inanç sıçraması ise birincisinden daha büyük bir cesaret gerektirir ve ancak birinci sıçramadan sonra mümkün hale gelir. Prensese duyulan aşk örneğinden devam edersek, bu aşamada köylüye bir umut eşlik eder hep. Bir yanıyla prensesten sonsuza kadar vazgeçmiştir ama bir yanıyla da, ‘saçma’ bile olsa, prensesi bu dünyada kazanabileceğine inanır. Yani önce imkansızlıkla yüzleşir, sonra da saçma bile olsa imkansızın gerçekleşebileceğine inanır. Bu inanç sıçramasında, sığındığı ebedi ideal dünyadan, gerçeklik dünyasına kocaman bir adımla uzanma itkisi vardır. Gerçeklik dünyasına yeniden sıçramak için gereken bu umudu tetikleyen nedir, bu ise asla dile getirilemez.
Şimdi Avraam’ın hikayesine tekrar dönelim ve onun bu inanç sıçramasını nasıl gerçekleştirdiğine bakalım. Avraam çok inançlı ve Tanrı korkusu olan bir insan. Aynı zamanda oğlunu çok seven bir baba. Ancak böyle bir insan Tanrı’nın bu ‘zorlu’ sınavına tabi tutulabilirdi zaten. Avraam, Tanrı ona seslendiği an -Tanrı’nın ondan ne isteyeceğini hiç düşünmeden, sorgulamadan- hemen onun çağrısının sorumluluğunu üstlenir. Zaten Tanrı sizi çağırıyorsa, duymazlıktan gelme gibi bir şansınız olduğunu sanmıyorum! Ve hemen ardından Tanrı’nın isteğiyle yüzleşir Avraam, korku ve titremeyle… oğlunu feda etmeye hazır olması yetmez, bu işi yapmak zorunda olan da yine kendisidir. Neden Tanrı kendisi gelip almaz Yitzhak’ı da bu işi Avraam’a yaptırmak ister? İşin dehşetini yavaş yavaş daha iyi idrak ediyoruz, değil mi? Bununla da kalmaz, Tanrı Avraam’dan dünyada en sevdiği şeyi kurban etmesini ister. Çünkü gerçek sınav, kişinin ancak en değerli bulduğu, onsuz yaşayamayacağı şeyi kaybetmeyi göze alıp almadığında ortaya çıkar. Üstüne üstlük Yithzak, soyun devamını da simgelemektedir. Yani Tanrı Avraam’dan tek oğlunu değil, gelecek nesillerdeki oğullarını, tüm soyunu da kurban etmesini ister. Kutsal Kitap’taki 13 cümle, tüm bunlar olup biterken Avraam’ın hissettiği korkuyu bize hiç belli etmez. Dağa çıkarlar. Avraam oğlunu öldürmek üzere hançeri kaldırır. Gözlerinde keder, kalbinde acı ve tüm varoluşunu titreten bir korku vardır bedeninde. Şimdi bir anlığına donduralım sahneyi: Avraam oğlunu dağa çıkardığında ilk inanç sıçramasını yaptı ve oğlundan vazgeçti, onu kurban etmeye razı oldu. Fakat bununla kalmadı, Avraam ikinci sıçramayı da gerçekleştirdi. Zaten bu sayede hançeri havaya kaldıracak gücü bulabildi. Avraam, ‘saçma bile olsa’ hala oğlunu geri alabileceğine inanıyordu; çünkü Tanrı için herşey mümkündü. Avraam tüm etik kuralları hiç saydı ve Yitzhak’a yeniden kavuşacağına inanarak dinsel evreye sıçradı… Şimdi devam etsin sahne: Avraam, bir eliyle hançeri, diğeriyle Yitzhak’ın boynunu tutarken bir yandan bu dünyada herşeyi kaybettiğine inanıyor, bir yandan da bunların hepsinin ona yeniden geri döneceğine inanıyordu. Ve saçma olan gerçekleşti: Tanrı tam o anda (ne erken ne de geç, tam gerektiği anda) ona kurbanlık bir koç gönderdi… Yitzhak’ı ikinci kez armağan etti Avraam’a… Bu uçurumdan ancak Avraam gibi inançlı insanlar atlayabilir Kierkegaard’a göre… Saçma olana inanmak her baba yiğidin harcı değildir, kendinizi bir anda yere çakılmış bulmanız da imkanlar dahilinde ne de olsa…
Son Batman filminde (‘Kara Şövalye Yükseliyor’) Kierkegaard’ın bahsettiği inanç sıçramasına örnek olabilecek çok güzel bir sahne var. Bruce Wayne’in, nam-ı diğer Batman’in, hapsedildiği derin çukurdan kurtulabilmesi için uçurumdan atlaması gerekiyor. Ama o bir türlü başaramıyor bunu. Derken, hücre komşusu kör bir bilge, ona yeterince korkmadığını, oysa bu sıçramayı yapabilmek için ölümden korkmak gerektiğini söylüyor. Korku olmadan cesaret olmaz, cesaret olmadan da inanç sıçraması gerçekleştirilemez. Ölümden korkmayı öğrenen Bruce Wayne sıçramayı gerçekleştirir ve kurtulur. İnanç korkuyu gerektirir. Bizi umuda yönelten, saçmaya inandıran şey, bizi iliklerimize kadar zangır zangır titreyen korkudur. İnanca adanmış bir hayat kolay bir hayat değildir. Kierkegaard tam da bunu göstermek için bize Avraam’ın dehşet hikayesini anlatır. Regine Olsen’le nişanını neden bozduğunu anlatmak için de bir vesiledir sanki bu… Kendisini etik hayatın yükümlülüklerini (iyi bir koca, iyi bir baba olma vs) aşan bir yola adadığını düşünür Kierkegaard. Oysa yanıldığının kendisi de farkındadır. 1843’te (Regine’den ayrıldıktan 2 sene sonra, Korku ve Titreme’nin yayınlandığı sene) günlüğüne şunları yazmıştır: ‘Eğer gerçekten inancım olsaydı, Regine’yle kalırdım’… Belki de Kierkegaard, Regine konusunda Batman kadar ileri gidememiş, ikinci sıçramayı gerçekleştirememiştir… Belki de ikinci sıçrama ancak Avraam ya da Batman gibi süper kahramanların yapabileceği bir şeydir…
Şalom, 15 Ağustos 2012
Yorumlar
Yorum Gönder