Dücane Cündioğlu
Cumhurbaşkanlığı
Genel Sekreteri Sayın Mustafa İsen’in şöyle
dediğini yazdı gazeteler:
- “Muhafazakâr
estetik ve muhafazakâr sanat normlarını ve yapısını oluşturmak gibi bir yükümlülük
içindeyiz.”
Ne tuhaf değil mi, böylesine kesin ve
güçlü bir retoriğe emanet edilmiş siyasi beklentiler tarih boyunca hep
karşılıksız kalmıştır.
Yıkılışlarının ardında cılız bir fiske
vardır hepsinin de.
Bir fiskecik, ve o hazin son!
İşte o fiskecik: Önce vakıa, sonra bahs u nazar.
Yani kuram, olgudan önce gelmez!
Hoşunuza gitmeyebilir, ama ne yapalım, yaşam
diyalektiğinin yasası bu! Olgu ortaya çıkmadan evvel norm oluşturmaktan,
yapılar meydana getirmekten söz etmek kolaydır, yapmaksa zor değil, –sanılanın
aksine- olanaksızdır.
İster istemez bu mucizeyi “yükümlülük içindeyiz” şeklinde bir çoğul kipine taşıtma
mecburiyeti vardır. Bir beklentiyi önce ödev haline dönüştürmek. Sonra bir
karara. Sonra bir buyruğa. En nihayet yasaya.
Yükümlülük yasalaşınca, yasadışılık ortaya
çıkar: suç ve tehlike.
Farklılıklar tehlike olarak algılanır.
Toplumsal her tehlike cezalandırılması gereken bir suç vasfı kazanır.
Cezalandırılması, yani yok edilmesi gereken bir cürüm.
O “normlar oluşturmak yükümlülüğü” yok mu, ah,
ne de acımasız bir çehre kazanır vicdanın yaralandığı o elim dönemlerde? Bir
çırpıda kıyıcılığa dönüşür, ülkenin zaten zor yetişen zekalarının üzerine
çarpılar çizme kolaycılığına. Darbe hazırlıklarına özgü fişleme dedikleri o lanet işleme. Bürokratik teröre. Sistematik ve
hiyerarşik tasalluta.
* * *
Türkiye’de tam da sanat ve muhafazakarlık
tartışmaları bağlamında Sovyet Jdanov’culuğu tecrübesini hatırlamanın
ve hatırlatmanın mahcubiyeti sanırım hepimize yeter!
Andrey Aleksandroviç Jdanov, 1934-1938 yılları arasında SSCB'de kültür politikalarının
belirlenmesinde başrolü oynamıştı. Kimlerin canını yakmadı ki? Kaç aydının, kaç
sanatçının?
Komşumuzun tarihine ilgi duyanlarımız, lütfen 1946-1950 yılları arasında SSCB’de yürürlüğe konulan kampanyayı
ve sonuçlarını okusunlar. Stalin önderliğinde Sovyet muhafazakarlığının
serencamını. Ülkemizde hemen hemen aynı yıllara gelen Amerikan McCarthy’ciliği bilinir, ama nedense Jdanov’culuktan çok az söz edilir.
Oysa öncesi vardı. Mesela I. Dünya Savaşı’ndan
itibaren Rus avangardının serazad muhayyilesinin yarattığı o çılgın Konstrüktivizm! Tatlin’in kulesi. Makinalaşmanın
yüceltilmesi. Maddenin. İlerlemenin. Gerçekte ise Matematiğin.
Ve keza Suprematizm.
Dördüncü boyutun ispatı. Mistisizmin zirvesi. Zavallı Maleviç. Kare’nin ressamı.
Siyahın ve Beyaz’ın. Sonuç itibariyle, dördüncü boyut denemelerinin sürmesine
izin verilmeyecek ve Maleviç “toplumsal gerçekçilik” adlı muhafazakar sanat hamlesinin ilk eledikleri arasında yer alacaktı.
* * *
Büyük yanılsamaların en büyük becerisi,
gerçeğe, onu mıncıklayacak kadar yakın durmaktır. Yalan mı söyleyeceksiniz,
gerçeğe en yakın olanını seçin. Lenin gibi, her önder gibi, gerçekliğe sınırlar
tayin etmekten kaçınmayın. Nitekim 1908’de şöyle der Vladimir
İlyiç Lenin:
- “Matematik belki dört boyutlu
uzayı mümkün hale getirebilir, fakat siyasal devrimler ancak üç boyutlu uzayda
gerçekleşebilir.”
Bu yüzdendir ki siyasal iktidarların en az
hoşlandıkları insani yetidir muhayyile! Gerçekliğin hoyratlığıyla başa çıkmanın
biricik vasıtası. Sadece Din’in ve Sanat’ın değil, Bilim’in de temeli.
Sovyetlerin en büyük düşünürü güya Kasparov!
Bir satranç ustası! Bu utanç Sovyet idarecilerine yeter! İran’lı idarecilere
gelince, tarih aynı bestelere farklı güfteler yazmaktan hiç bıkmamıştır. Ali
Şeriati’yi rahmetle anmaktan başka elimizden ne gelir!
Sovyet Jdanov’culuğu,
“toplumsal gerçekçilik” adına düşünceyi de, sanatı da boğdu. Kementle değil,
ardısıra dizili normlar aracılığıyla. Madde başlıklarıyla. Tanımlamak
suretiyle. Netleştirmek adına farklılaştırdı. En küçük farklılığı tehlike, en
küçük tehlikeyi suç saydı. Bağrına çökülen sadece Futurizm değildi, bilakis
Sovyet kadızadelerince her türlü ütopya, her türlü fantazya, her
türlü imagination insan bilincine haram edildi. Sovyet halkı gerçeklikle
başbaşa bırakıldı. Dickens’ın Hard Timesındaki Mister Thomas
Grandgrind’in kopyası milletvekili ve bürokratlar eliyle. Hem de en kötüsünden.
Gündelik gerçeklerle.
Mister
Grandgrind’in cetveli, tartı aleti, çarpım tablosu hep yanındadır. Dimdik
duruşu, köşeli ceketi, köşeli bacakları, köşeli omuzları, köşeli alnı ve en
nihayet köşeli parmaklarıyla ve hatta ve hatta sanki onu ensesinden
yakalamış inatçı bir gerçek gibi duran boyunbağıyla.
- “İşte sorun
da burada: Düşlemek yasak!” diye haykırır bir defasında: “Düşlememelisin, asla böyle
bir şey yapmamalısın. Gerçekler! Gerçekler! Yalnızca gerçekler!”
VE önce simge
yasaklandı. Dolayımın ta kendisi yani. Pornografinin panzehiri. Hakikatsiz
tezahürün. Taleb edilen sadece gerçek’ti, bütün çıplaklığıyla gerçek. Bütün
yalınlığıyla. Genel ahlak adına. Toplumsal ödevler uğruna. Her şey toplum
eliyle ve toplum içindi. Eksik olansa bireydi. Bireyselliğin ta kendisi. Hizaya
girmekten kaçınma güdüsü yani. İnsan olma hakkı. Sürü dışına çıkma hakkı.
Farklı olma hakkı.
Hepsi de
haramdı. Aşk da, ölüm de.
* * *
Sanatın asıl gücü, gerçekliği temsiller vasıtasıyla
dönüştürebilmesinde. Başka bir deyişle yeni gerçekliklere vücud verebilmesinde. Paralel evrenler inşa edebilen bir güç bu.
Muhayyilenin gücü. Mecazın. Ve dahi bireyin
gücü. Bireyselliğin.
Seçkinliği de bundan. Muhatablarını eler,
seçer, gerekirse iter. Ne zer’le, ne zor’la, bilakis simgeler aracılığıyla.
Simge gösterdiği kadar da saklar. Perdeler.
Temsil eder. Bu nedenle, hakikat, afişe edilen değil, her daim temsil
edilendir. Hep bir adım ötede olandır. Ele geçirilmesi, avuçlanması olanaksız
olandır.
Sanat, hakikate sadece işaret eder. Hürmetinden. Onu ele geçirmeyi değil, yanına yaklaşmayı
ister. Kokusunu almayı. Mesafeye riayet edişi de bundan. Hep bir aralık
varsaymasından. Birazcık aralık, birazcık mesafe. Hakikatin nefes alabileceği
kadar. Sadece ama sadece, bir gün kendisine yakınlaşma umudumuzu korumamıza
yardım edecek kadar.
Siyasetin ve ticaretin sanattan öğrenmesi
gereken işbu hürmettir. Zer’in ve Zor’un. Önce mesafelere hürmet. Simgelere.
Perdelere. Özel olana. Özgül olana.
Merak serbest,
sanat sözkonusu olduğunda yasak olan ise tecessüs.
Sözcüğün kökenine atfen, casusluk etmek.
Başkaları adına, hakikatin mahremiyetine tecavüz. Mesafeyi ortadan kaldırma
aymazlığı. Sadece yararı gözetme seviyesizliği. Ortalamayı ve vasatı yüceltip
aykırı olanı, zayıf görüneni yok etme emeli.
* * *
Düşünce ve sanatın özerkliği, hoyratça dokunulmaması gereken gözbebeğidir toplumun. O
özerklik ne zer’e, ne zor’a dayanan kararlarla korunur, bilakis onu yaşatacak
olan bir iki derviş iniltisidir, bir kuşede bir sanatçı yüreğinden gelen iki
damla gözyaşı. Aklın fikrin değil, ancak tahayyülün ve dahi ince sezgilerin
haysiyet kazandırabileceği bir hususiyettir özerklik.
Vasatın, ortalamanın, itidal ve dengenin
müdahalelerinin dışında kalması gereken bir alandan söz ediyoruz. Muhakkak
kendi içinde özerk bırakılması gereken bir alandan. Özelleştirilmek suretiyle cezalandırılması, yok edilmesi emredilen
değil, bilakis üzerine titrenilmesi, itina edilmesi beklenen bir alandan.
* * *
Neyzen Tevfik’in üzerindeki o keskin şarap
kokusundan tiksinen dostlarımdan, biraz gayret edip onun ney-i mukaddesinden, yani
gönlünden aleme yayılan o ilahi ezgilerle zevketmelerini istesem, acep yasanın dışına
mı çıkmış sayılırım?
Hacı Arif Bey’in Nihavend şarkısını bir an bile
Efendimizi düşünmeden dinlemiş
değilim. Biricik efendimi. Kendimi bildim bileli canımı canına teslim ettiğim
efendimi.
Vücud ikliminin sultanı sensin
/ Efendim derdimin
dermanı sensin
Bu cism-i natüvanın canı sensin /
Efendim derdimin dermanı sensin
Hacı Arif Bey’in hayalindeki “efendi”nin, benim
hayalimdekiyle neredeyse hiçbir alakası olmadığını bilmez miyim!
Ne mahzuru var? Aynı mı olmak zorunda? Herkesin
efendisi kendince hoş değil midir? Makbul ve muteber değil midir? Herkesin rabb-i hassı? Esma-i hüsnadan herkese
tecelli eden farklı farklı isimler? Farklı mizaçlar, farklı huy ve karakterler.
Benim, o sözlerin tesiriyle kitapların arasında
düşlere daldığım sıralarda, kardeşimin ‘efendisi’, karşı pencereden ancak
işaretleşebildikleri bir genç kızdı. Güzel yüzünde çiçekler açan kızdan gayrı bir
derdi de yoktu, dermanı da.
Aramızda ne fark var sanki? Her birimiz
-inansak da, inkar da etsek- rabb-i haslarımızın (mizaçlarımızın) terbiye ettiği nefisler
aracılığıyla Rabb’ul-Alemin’e yönelmiyor muyuz? Farklılıklarımızdan dolayı bizi
hor görmeyen tek Efendi, alemlerin Efendisi değil midir? Eğer öyleyse, koca bir
ülkenin farklılıklarını belirleyecek kararlar alırken, o size özgü rabb-i
hassınızın (mizaç ve karakterinizin) sınırlarına değil, bilakis
rabb’ul-alemin’in (bütün mizaçların kendisinden türediği ilkenin) sonsuz ve
sınırsızlığına istinad etmeniz gerekmez mi?
Parti’nin ve/veya Hükümet’in (geçiciliğin)
ilkelerine değil, gerçekte Devlet’in (sürekliliğin) sınırlarına!
Ölçekler büyüdüğünde, ölçütler
hassaslaştığında, herhangi bir alemin, mesela sizin aleminizin değil, bilakis bütün
alemlerin rabbinin, bütün insanların efendisinin nazarından, bütün alemleri şefkatiyle
mazur ve makbul gören Hakk’ın nazarından bakmalı değil misiniz?
Niçin kendi makam ve mertebenizi ölçüt haline
getiriyorsunuz? Size sizi gösterecek bir aynadan da mı mahrumsunuz? Hakkı çekinmeden
ihtar edecek bir dosttan?
* * *
Lütfen söyler misiniz, Şems’in ruhundan hiç mi
esintiler ulaşmadı ruhlarınıza? Anadolu’nun o aşkla dolu kadehlerinden bir kere
de mi olsun yudumlamadınız? “Aman dikkat! Karar şiddet doğurur ey benim güzel
oğlum!” diyecek bir yaşmaklı nene de mi görünmüyor artık düşlerinizde? Sizler
bizler adına, kendinizce, kendi mertebenizce, ve pek tabii ki zer’e ve zor’a
dayanarak kararlar aldıkça, rahmet alanının daraldığını hissetmiyor musunuz? Artık
başınız göğe değecek kadar mı zirvelerdesiniz? İniltileri işitebilmek için bir
zamanlar içlerine eğildiğiniz o derin kuyulardan gelen çığlıkları şimdi
duyamayacak kadar mı zirvelere çıktınız?
Dağların eteklerinde insana rabb-i hassı yol
gösterir, zirvelerindeyse rabb’ul-alemin! Kendi bahçenizde Rahim olanın rahmeti
size yeter de artar bile! Lakin zirvelere çıktınızsa, eğer mülkten ve devletten
nasibiniz arttıysa, bundan böyle Rahman olanın rahmetiyle aleme nazar etmek
zorundasınız!
Şefkatle ve müsamahayla. Titreyerek. İtinayla.
* * *
Serçeleri çöle salmak onları özgürleştirmek
demek değildir, aksine bu lütuf, onları göz göre göre katletmektir.
Lütfetmeyiniz, tereddüt ediniz yeter! Bir daha düşününüz. Bir daha. Kendi
alışkanlıklarınız için, kendiniz için değil, bizim için de. Arasokakların
çocuklarını da gözetiniz.
Şeb-i Arus törenleri özelleştirilebilir mi?
Mabedler mesela? Diyanet teşkilatı? Ne tuhaf değil mi, zor, elini çekiyor, tıpkı düşünce gibi sanatı da zere teslim ediyor. Altına.
Sanat kurumlarının birer fabrika muamelesi
görmesini hakikaten anlamakta zorlanıyorum. İnsanın yapmadığı, yapamadığı
şeyleri yıkması kolaydır. Muhafaza etmek, dondurmak değil, bilakis sürekliliği
korumak demektir. Türkiye’nin modern kazanımlarını sahiplenmekten niçin
kaçınalım? Şahsen hakkında ilgili veya bilgili olmasak bile farklı
kapasitelerin varlığına niçin tahammül göstermeyelim?
Kuşatmak zorunda değiliz! Zorunda olmadığımız o
kadar şey var ki! Her şeyi avucumuzun içine almak mesela. Herkesi bir sıraya
sokmak. Daracık kollarımızın kucaklayabildiğinin dışında, kenarda köşede el
değmedik hiçbir şey bırakmamak.
Bu kadar mı zordur tereddüt etmek? Karar
alırken bir kez daha düşünmek?
* * *
Devletin ilkeleriyle hükümetlerin tercihleri
arasında birebir özdeşlik olması gerekmez. Hükümetlerin sanata, sanatın bir
türüne, bir tarzına ihtiyacı olmayabilir, ama devletin öyle mi? Devlet
adamlılığı sürekliliği gözetmeyi gerektirir; kalıcı ve sürekli olanı.
Siyasetçilik ise günü ve/veya dönemi kollamakla sınırlı kalabilir. Örneğin
kendini popüler sanata ilgi göstermekle sınırlayabilir. Devlet’in ise böylesi
lüksleri olmaz. Yüksek sanata sahip çıkmak zorundadır, çünkü yüksek sanatın
devlete ihtiyacından daha çok, bizzat devletin, bilhassa büyük devletlerin
yüksek sanata ihtiyaçları vardır.
Yüksek siyaset, yüksek sanat olmaksızın icra
edilemez.
Lütfen, Çin’de, halihazırdaki yüksek sanat
atılımına uzaktan da olsa bir göz atınız. Bu atılımın Çin’in devlet vizyonunun
genişlemesiyle yakın alakası olup olmadığını tedkik buyurunuz.
II. Dünya Savaşı’na kadar dünyanın sanat
merkezi Paris’ti, yaklaşık 60 yıldır NewYork. Bu transferin nasıl
gerçekleştiğini hiç merak ettiniz mi? İstanbul-Ankara karşıtlığı gibi, Amerika’da
da Washington-NewYork karşıtlığından söz edebiliriz; daha diplomatik bir
deyişle, narin bir işbölümünden.
Hükümet, bazı konularda kendi duyarlılıklarını
askıya almayı bilmeli, Parti’nin kendi tabanının değil, bilakis devletin temel
gereksinimlerini hesaba katmayı bilecek feraseti göstermelidir. Sayın Bülent
Arınç’ın son açıklaması, Türkiye’ye has bir duyarlılık gösterileceğinin
işaretlerini taşıyordu. Nitekim kendilerine yakışan da budur: siyaset dışı
konularda, bir devlet adamı duyarlılığıyla hareket etmek.
* * *
Aksi takdirde bir gün bu ülkede kimilerinin
arzu ve temenni ettiği gibi tornadan çıkma “muhafazakar sanatçılar üretimi”
başarılırsa, onların tıpkı Rus balerinleri, Romen jimnastikçileri, Doğu Alman
yüzücüleri gibi zer’e ve zor’a ayarlanmış birer makine parçası olacaklarından
kimse kuşku duymasın! Çaresiz, öteki’ye (düşmana) karşı başarılı olması
beklenen neferler olarak arz-ı endam edecekler. İdeolojik müsamarelerde
oynatılan lise çocukları gibi. Sadık ve sessiz. Belki yetenekli, belki becerekli
ama herhalukarda ruhsuz. Alelade çiziktirilen normların çocukları. Kuralların.
Ardısıra dizili maddelerin. Önceden yasalaşmış resmi beklentilerin.
Yaptıkları zenaat olacak ama asla sanat adını almayacak! Yapıp ettikleri
propaganda işi beceriler olmaktan asla kurtulamayacak. Çünkü sanat, öncelikle
toplumun değil, bireyin marifeti. Sanatı topluluklar, kurumlar değil, birey
yapar. Yaratı, bireysellik zemininde varlığa gelir. İç gerilimler, kişisel
krizler, şahsi sorunlar, ferdi yoksunluklar...
yani önce insan.... önce ben...
VE pek tabii ki simge ve remz aracılığıyla.
Lütfen, simgelere hürmet ediniz.
Simgelere, yani kendisini değil, kendisinden
ötesini gösteren işaretlere.
Hz. İnsana.
(SON)
Yorumlar
Yorum Gönder