25 Ekim 2007 tarihinden itibaren, Türkiye Polis Radyosu’ndaki İmbikten Damlalar adlı programımda, her Perşembe saat 21.00–22.30 saatleri arasında bir özel konu belirleyerek, Türk edebiyatının seçkin kalemleri ve şairleri ile sohbetler yaptım.
Bu sohbetlere edebiyat tarihine düşülmüş notlar olarak bakabilirsiniz. İşte, 21 Şubat 2008 Perşembe günü, Sadık Yalsızuçanlar ile Şiir ve Edebiyatımız konusunda yaptığımız sohbetin deşifre metni:
M. Nuri PARMAKSIZ: Biz sizin isminizi, imzanızı daha çok öykü ve romanlarda görüyoruz ama şiire aşina olduğunuz da muhakkak. Yazılarınız içinde Yahya Kemal’den, Necip Fazıl’dan, Ahmet Hamdi Tanpınar’dan ve daha birçok şairden şiire ait bölümler, dörtlükler görüyoruz. Siz şiir yazmasanız bile şiirin âşıklarından olduğunuzu söyleyebiliriz. Sizce edebi türler içerisinde şiirin nasıl bir yeri vardır?
Sadık YALSIZUÇANLAR: Tabi büyük bir şair Hönderlin “Kalıcı olanı şairler kurar” diyor. Şiir aslında beşeri bir dil ama vahiyden sonra gelen en üstün söz sanatıdır. Yani şiire sözlerin, dilin sultanı derler. Ben bir anlamda şairliğin doğuştan olduğuna inanıyorum. Yani şair dehası olmazsa batılıların altın şair dedikleri, bizim Fuzuli, Şeyh Galip ve Hz. Mevlana’nın yazdığı şiirler gibi şaheserler yazılamazdı. Ama bizim memleketimizde her 2 insandan biri mutlaka şairdir. Gençken şiirle bir şekilde ilişki kurulmuştur.
M. Nuri PARMAKSIZ: Bu cümlelerinizden sizinde geçliğinizde şiir yazdığınızı çıkartıyorum.
Sadık YALSIZUÇANLAR: Ben o yönden nasipsizim.
M. Nuri PARMAKSIZ: Ama düz yazıda, denemede ve felsefede hakikaten büyük usta Cemil Meriç , “Aslında ben bütün hayatımı bir şiir için feda ettim” der. Son kitaplarınızdan birisi Mevlânâ üzerine. Mevlânâ’nın mesnevisindeki öyküleri kitaplaştırdınız sanırım.
Sadık YALSIZUÇANLAR: Öyle bir cüretkârlıkta bulundum. Mesnevi içerisinde biliyorsunuz bizim doğu edebiyat geleneğinin ağırlıklı olarak kullandığı kısa hikâye tarzı vardır. Bu bakımdan Hz. Mevlânâ’nın da mesnevisi bu bakıma insanlara hakikatleri, bir bakıma gerçekleri, hikmetleri hikâye üzerinden anlatmaya çalışır. Oradaki hikâyeleri derlemeye çalıştım kendimce.
M. Nuri PARMAKSIZ: Sanırım Feyzi Halıcı’dan dinlemiştim. Mevlânâ konusunda Hoca’ya, ‘neden Mevlana düşüncelerini, felsefesini şiirle anlatmayı tercih etti?’ diye bir soru sormuştum Feyzi Halıcı’ya. O da demişti ki: “ Konya halkı şiiri çok seviyordu. O dönemin insanı şiiri çok seviyordu, şiir bir araçtı aslında. O yüzden Mevlânâ felsefesini şiirle anlatmıştır.” Siz, Feyzi Halıcı’nın bu fikrine katılıyor musunuz ve bu konudaki düşünceleriniz neler?
Sadık YALSIZUÇANLAR: Evet, doğrudur. Geçmişte sanatın en etkileyici tarzı şiirdi ve bu yüzden şiir çokça tarz olarak kullanılmıştır.
M. Nuri PARMAKSIZ: Peki, öykü, roman, şiir, mektup vb. bütün edebi türleri düşünürsek, bunları birbirinden ayıran sizce nedir? Yani, şiirle düz yazıyı birbirinden ayıran ne?
Sadık YALSIZUÇANLAR: Zaten edebi türleri, şiir ve şiir dışındakiler diye ayırmak daha doğru olabilir. Diğer türlerden de, mesela masal; şiir kutbuna daha yakındır. Efsane, menkıbe, öykü de şiir kutbuna yakındır. Fakat diğer türler arasında da tarihten bugüne çeşitli formlar, şekiller, kurallar oluşmuştur. Ama eser formdan önce geliyor. Mesela yazar gelip hikâyenin formunu değiştirebiliyor. Dolayısıyla, biz bu formlardan, kurallardan çok eserin türüne bakarak, o türün nasıl bir niteliğe sahip olduğunu çıkartabiliyoruz. Modern zamanlarda bu türler arasındaki sınırlarda bir geçişkenlik olduğu için zaten bir genişleme, değişme, kayma oldu. Daha çok açık uçlu bir anlatım ortaya çıktı. Yani ne roman, ne hikâye olan yer yer masallaşan özellikle bu post-modern değişimler batıda ve bizde, özellikle bizim öykümüzü taklit edici kılmakla beraber, bizim geleneğimize de uzantı veren tarafları var; çünkü bizim bin bir gece masallarımız, halk hikâyelerimiz gerçek üstü veya gerçeği örten bir dile sahiptir. O bakımdan türler arasında sınırlardan bir bakıma söz etmemiz zordur.
M. Nuri PARMAKSIZ: Aralarında aslında birtakım geçişler söz konusu. Birtakım faydalanma söz konusu. Biraz önce “post-modernizim” dediniz. Yanlış bilmiyorsam, ‘post’ kavramı göndermekten geliyor. Eser içinde yazar/şair birtakım göndermelerde bulunuyor. Günümüzde hem Avrupa’yı, hem de bizi etkileyen bir akım aslında bu. Post-modernizim hakkında ne düşünüyorsunuz?
Sadık YALSIZUÇANLAR: Post-modernizim aslında modernlikten sonra gelişen bir şey. Aslında yine modern gelenek içerisinde olup ama modernliğe hep köktenci bir biçimde itiraz eden, onun temel önermelerine, düşüncelerine itiraz eden, eleştiren daha çok kuralsızlığın kural haline geldiği bir yaklaşım biçimidir. Bu biraz daha batıda gerçekleşen bir şey. Çünkü modernleşme batı kökenli bir şey zaten. Yani bizim cumhuriyet modernleşmeleri veya Osmanlı modernleşmeleri batıdan etkilenerek oluşmuştur. Bu bizim modernleşme hareketleri daha çok batı kaynaklı olduğu için edebiyatta ve sanatta post-modern eğilimler modern sanatın temeline karşı itiraz şeklinde gelişmiştir.
M. Nuri PARMAKSIZ: Post-modernizmin bizdeki gelişimi nasıl oldu ve bu konuyu biraz daha açar mısınız?
Sadık YALSIZUÇANLAR: Post-modernizim, anlamsızlığın anlam olarak algılanması, öyle düşünülmesidir. Birde, kuralsızlığında bir kural olarak düşünülmesidir. İki temel şeyi vardır. Fakat net, homojen bir tanımından söz edemiyoruz. Hangi eser hangi kitap post moderndir; hangi yazarda post modernist eğilimler var, bunlar nasıl beliriyor; bunları çok fazla kesin biçimde belirleme imkânımız yok. Ama bir takım tahliller, yorumlar yapılıyor tabi.
Biraz daha şiire ve edebi metinlere gelecek olursak, dünya edebiyatında da öyle. Daha önce düz yazı yokken şiir vardı. Hep şiir yazılıyordu.
M. Nuri PARMAKSIZ: Bizde Tanzimat’a kadar romanın ve öykünün olmadığını zannederler. Birçok kişi böyle bilir. Aslında bizim mesnevilerimiz yani Leyla ile Mecnun olsun, Ferhat ile Şirin olsun, mesnevilerimiz aslında birer romandır; ama şiir şeklinde yazılmıştır. Bu batı kültürüyle bizim kültürümüz arasındaki farktan kaynaklanıyor diyebiliriz. Biraz öncede bunu açıkladınız. Yanılmıyorsam Yahya Kemal’in bir söylemiydi. “Bizim romanlarımız mesnevilerimizdir” diyordu.
Sadık YALSIZUÇANLAR: Evet bu doğru. Bakınız, bu batılı tarzda edebiyattan farklı bir şey. Yani roman daha çok 19. yüzyılda belirginleşiyor. 12. ve 13. yüzyılda ilk örnekleri beliriyor ama modern manada roman burjuva sınıfının ortaya çıkmasıyla belirginleşiyor. O anlamda bizim geleneğimizde batılı tarz olmasa da hikâye, menkıbe var. Bunların büyük bir kısmı şiirle söylenmiş. Hikâye aslında tahkiyeli anlatım. Yani kurgu üzerinden, temsil üzerinden anlatma doğu-batı bütün geleneklerde var. Önceki geleneklerde karşımıza çıkıyor. Hatta bizim Reşit Rahmeti Aras’ın kitabında tespit ettiği en eski Türk şiirlerinde bile belli bir hikâyede vardır.
M. Nuri PARMAKSIZ: Olay olmasa bir şeyi anlatabilmeniz söz konusu değildir zaten. Bahsettiğiniz tahkiyeli yapıda, kurmaca yapı dediğimiz yapıdır.
Sadık YALSIZUÇANLAR: Zaten edebiyatta, romanda temsili sanatlar da buöyledir. Dünyanın imajıdır. Mazmun bir imgesidir. Çünkü Kur’an’da dünya bir oyun olarak nitelenir. Dolayısıyla bizi var kılan yaratıcının zuhurundan ibarettir. Bu anlamda hikâyeler, temsiller, fabllar, anlatılar, menkıbeler, tiyatro da öyledir. Dünyanın imajıdır bunlar. Bizde bütün halk hikâyelerinde dikkat ederseniz var olmanın, dünyanın bir kesiti, hikâyesi yeniden anlatılır. Yani herkes kendi derdini anlatır. Hz. Mevlânân’ın Mesnevi’nin ilk 18 beytinde de bu vardır. Orada aslında bezm-i elesten bahsediliyor. Bezm-i elest, ayrılıkların hikâyesidir. Herkesin bir derdi var. Edebiyat bir dertten bir acıdan doğuyor daha çok.
M. Nuri PARMAKSIZ: Bizim şairlerimiz bir mısraya bir dünya sığdırmışlar. Bunun için roman yazmaya gerek görmemişlerdir. Bir başka mesele var bugün. Günümüzde çok sayıda şairin olduğu söyleniyor ama şiir kitaplarını yayınevleri basmıyor. Öykü ve roman son 30–40 yıldır daha çok basılmaya başlandı. Bunun sebebi nedir, neden yayınevleri şiire önem vermiyorlar? Ticari bir kaygımı var; yoksa kültürel bir şey mi var?
Sadık YALSIZUÇANLAR: Bazı büyük şairler iyi editörler tarafından keşfedilirse onların kitapları çıkıyor. Genel olarak şiir kitapları satmıyor. Çok sayıda basılıyor ama az sayıda satılıyor. Fazla ilgi gösterilmiyor. Yayınevleri kendi ekonomilerini düşünüyor. Şiirin bir başka ucunda ise bir çürüme, yüzeyselleşmeden bahsetmekte mümkün. Çok kötü şiirler yayınlanıyor bu da gerçek şiirin değerini düşürüyor; bu durumda gerçek şiir okurunun azalmasına yol açıyor. Karşılıklı birbirini besleyen böyle bir problemden söz edebiliriz.
M. Nuri PARMAKSIZ: Size göre, şiir mi, düzyazı mı daha zor?
Sadık YALSIZUÇANLAR: Büyük bir şairseniz, şiir kendisini dayatıyor. Mutlaka herkes şiir yazmış ve söylemiştir. Ama şiirin yıkıcı bir tarafı da var; vasat bir şairseniz, yetenekleriniz kısıtlı ise şiir insanın ömrünü hederde edebiliyor. Yani on yılda yapılıyorsanız, bir günde yıkılabilirsiniz. Düzyazı öyle değildir. Düzyazı biraz daha emek, işçilikle ilgilidir; ancak şiir doğma işidir. Düzyazı örme şeklinde belirir. Şiiri de örme şeklinde yapan insanlar var. Şiir çok daha yorucu. Büyük güzellikler, büyük acılar daha çok şiirle dile gelebiliyor. Dolayısıyla büyük güzellikler, büyük yorgunluklar getiriyor.
M. Nuri PARMAKSIZ: Sanat amacı “güzele ulaşmaktır” derler. Güzel orada bir semboldür tabi. Bu güzeli düzyazıda cümlelerle daha iyi anlatabileceğinize kanaat getirdiğiniz için anladığım kadarıyla öykü ve romanı tercih ediyorsunuz.
Sadık YALSIZUÇANLAR: Bir anlamda öyle ama her şeyi, her duyguyu ve düşünceyi de düzyazı ile anlatmak mümkün değil.
M. Nuri PARMAKSIZ: Sayın Yalsızuçanlar, verdiğiniz bilgiler için size çok teşekkür ederim. Bundan sonraki çalışmalarınızda başarılar dilerim.
Sadık YALSIZUÇANLAR: Bu güzel sohbet için ben teşekkür ederim.
MEHMET NURİ PARMAKSIZ
Bu sohbetlere edebiyat tarihine düşülmüş notlar olarak bakabilirsiniz. İşte, 21 Şubat 2008 Perşembe günü, Sadık Yalsızuçanlar ile Şiir ve Edebiyatımız konusunda yaptığımız sohbetin deşifre metni:
M. Nuri PARMAKSIZ: Biz sizin isminizi, imzanızı daha çok öykü ve romanlarda görüyoruz ama şiire aşina olduğunuz da muhakkak. Yazılarınız içinde Yahya Kemal’den, Necip Fazıl’dan, Ahmet Hamdi Tanpınar’dan ve daha birçok şairden şiire ait bölümler, dörtlükler görüyoruz. Siz şiir yazmasanız bile şiirin âşıklarından olduğunuzu söyleyebiliriz. Sizce edebi türler içerisinde şiirin nasıl bir yeri vardır?
Sadık YALSIZUÇANLAR: Tabi büyük bir şair Hönderlin “Kalıcı olanı şairler kurar” diyor. Şiir aslında beşeri bir dil ama vahiyden sonra gelen en üstün söz sanatıdır. Yani şiire sözlerin, dilin sultanı derler. Ben bir anlamda şairliğin doğuştan olduğuna inanıyorum. Yani şair dehası olmazsa batılıların altın şair dedikleri, bizim Fuzuli, Şeyh Galip ve Hz. Mevlana’nın yazdığı şiirler gibi şaheserler yazılamazdı. Ama bizim memleketimizde her 2 insandan biri mutlaka şairdir. Gençken şiirle bir şekilde ilişki kurulmuştur.
M. Nuri PARMAKSIZ: Bu cümlelerinizden sizinde geçliğinizde şiir yazdığınızı çıkartıyorum.
Sadık YALSIZUÇANLAR: Ben o yönden nasipsizim.
M. Nuri PARMAKSIZ: Ama düz yazıda, denemede ve felsefede hakikaten büyük usta Cemil Meriç , “Aslında ben bütün hayatımı bir şiir için feda ettim” der. Son kitaplarınızdan birisi Mevlânâ üzerine. Mevlânâ’nın mesnevisindeki öyküleri kitaplaştırdınız sanırım.
Sadık YALSIZUÇANLAR: Öyle bir cüretkârlıkta bulundum. Mesnevi içerisinde biliyorsunuz bizim doğu edebiyat geleneğinin ağırlıklı olarak kullandığı kısa hikâye tarzı vardır. Bu bakımdan Hz. Mevlânâ’nın da mesnevisi bu bakıma insanlara hakikatleri, bir bakıma gerçekleri, hikmetleri hikâye üzerinden anlatmaya çalışır. Oradaki hikâyeleri derlemeye çalıştım kendimce.
M. Nuri PARMAKSIZ: Sanırım Feyzi Halıcı’dan dinlemiştim. Mevlânâ konusunda Hoca’ya, ‘neden Mevlana düşüncelerini, felsefesini şiirle anlatmayı tercih etti?’ diye bir soru sormuştum Feyzi Halıcı’ya. O da demişti ki: “ Konya halkı şiiri çok seviyordu. O dönemin insanı şiiri çok seviyordu, şiir bir araçtı aslında. O yüzden Mevlânâ felsefesini şiirle anlatmıştır.” Siz, Feyzi Halıcı’nın bu fikrine katılıyor musunuz ve bu konudaki düşünceleriniz neler?
Sadık YALSIZUÇANLAR: Evet, doğrudur. Geçmişte sanatın en etkileyici tarzı şiirdi ve bu yüzden şiir çokça tarz olarak kullanılmıştır.
M. Nuri PARMAKSIZ: Peki, öykü, roman, şiir, mektup vb. bütün edebi türleri düşünürsek, bunları birbirinden ayıran sizce nedir? Yani, şiirle düz yazıyı birbirinden ayıran ne?
Sadık YALSIZUÇANLAR: Zaten edebi türleri, şiir ve şiir dışındakiler diye ayırmak daha doğru olabilir. Diğer türlerden de, mesela masal; şiir kutbuna daha yakındır. Efsane, menkıbe, öykü de şiir kutbuna yakındır. Fakat diğer türler arasında da tarihten bugüne çeşitli formlar, şekiller, kurallar oluşmuştur. Ama eser formdan önce geliyor. Mesela yazar gelip hikâyenin formunu değiştirebiliyor. Dolayısıyla, biz bu formlardan, kurallardan çok eserin türüne bakarak, o türün nasıl bir niteliğe sahip olduğunu çıkartabiliyoruz. Modern zamanlarda bu türler arasındaki sınırlarda bir geçişkenlik olduğu için zaten bir genişleme, değişme, kayma oldu. Daha çok açık uçlu bir anlatım ortaya çıktı. Yani ne roman, ne hikâye olan yer yer masallaşan özellikle bu post-modern değişimler batıda ve bizde, özellikle bizim öykümüzü taklit edici kılmakla beraber, bizim geleneğimize de uzantı veren tarafları var; çünkü bizim bin bir gece masallarımız, halk hikâyelerimiz gerçek üstü veya gerçeği örten bir dile sahiptir. O bakımdan türler arasında sınırlardan bir bakıma söz etmemiz zordur.
M. Nuri PARMAKSIZ: Aralarında aslında birtakım geçişler söz konusu. Birtakım faydalanma söz konusu. Biraz önce “post-modernizim” dediniz. Yanlış bilmiyorsam, ‘post’ kavramı göndermekten geliyor. Eser içinde yazar/şair birtakım göndermelerde bulunuyor. Günümüzde hem Avrupa’yı, hem de bizi etkileyen bir akım aslında bu. Post-modernizim hakkında ne düşünüyorsunuz?
Sadık YALSIZUÇANLAR: Post-modernizim aslında modernlikten sonra gelişen bir şey. Aslında yine modern gelenek içerisinde olup ama modernliğe hep köktenci bir biçimde itiraz eden, onun temel önermelerine, düşüncelerine itiraz eden, eleştiren daha çok kuralsızlığın kural haline geldiği bir yaklaşım biçimidir. Bu biraz daha batıda gerçekleşen bir şey. Çünkü modernleşme batı kökenli bir şey zaten. Yani bizim cumhuriyet modernleşmeleri veya Osmanlı modernleşmeleri batıdan etkilenerek oluşmuştur. Bu bizim modernleşme hareketleri daha çok batı kaynaklı olduğu için edebiyatta ve sanatta post-modern eğilimler modern sanatın temeline karşı itiraz şeklinde gelişmiştir.
M. Nuri PARMAKSIZ: Post-modernizmin bizdeki gelişimi nasıl oldu ve bu konuyu biraz daha açar mısınız?
Sadık YALSIZUÇANLAR: Post-modernizim, anlamsızlığın anlam olarak algılanması, öyle düşünülmesidir. Birde, kuralsızlığında bir kural olarak düşünülmesidir. İki temel şeyi vardır. Fakat net, homojen bir tanımından söz edemiyoruz. Hangi eser hangi kitap post moderndir; hangi yazarda post modernist eğilimler var, bunlar nasıl beliriyor; bunları çok fazla kesin biçimde belirleme imkânımız yok. Ama bir takım tahliller, yorumlar yapılıyor tabi.
Biraz daha şiire ve edebi metinlere gelecek olursak, dünya edebiyatında da öyle. Daha önce düz yazı yokken şiir vardı. Hep şiir yazılıyordu.
M. Nuri PARMAKSIZ: Bizde Tanzimat’a kadar romanın ve öykünün olmadığını zannederler. Birçok kişi böyle bilir. Aslında bizim mesnevilerimiz yani Leyla ile Mecnun olsun, Ferhat ile Şirin olsun, mesnevilerimiz aslında birer romandır; ama şiir şeklinde yazılmıştır. Bu batı kültürüyle bizim kültürümüz arasındaki farktan kaynaklanıyor diyebiliriz. Biraz öncede bunu açıkladınız. Yanılmıyorsam Yahya Kemal’in bir söylemiydi. “Bizim romanlarımız mesnevilerimizdir” diyordu.
Sadık YALSIZUÇANLAR: Evet bu doğru. Bakınız, bu batılı tarzda edebiyattan farklı bir şey. Yani roman daha çok 19. yüzyılda belirginleşiyor. 12. ve 13. yüzyılda ilk örnekleri beliriyor ama modern manada roman burjuva sınıfının ortaya çıkmasıyla belirginleşiyor. O anlamda bizim geleneğimizde batılı tarz olmasa da hikâye, menkıbe var. Bunların büyük bir kısmı şiirle söylenmiş. Hikâye aslında tahkiyeli anlatım. Yani kurgu üzerinden, temsil üzerinden anlatma doğu-batı bütün geleneklerde var. Önceki geleneklerde karşımıza çıkıyor. Hatta bizim Reşit Rahmeti Aras’ın kitabında tespit ettiği en eski Türk şiirlerinde bile belli bir hikâyede vardır.
M. Nuri PARMAKSIZ: Olay olmasa bir şeyi anlatabilmeniz söz konusu değildir zaten. Bahsettiğiniz tahkiyeli yapıda, kurmaca yapı dediğimiz yapıdır.
Sadık YALSIZUÇANLAR: Zaten edebiyatta, romanda temsili sanatlar da buöyledir. Dünyanın imajıdır. Mazmun bir imgesidir. Çünkü Kur’an’da dünya bir oyun olarak nitelenir. Dolayısıyla bizi var kılan yaratıcının zuhurundan ibarettir. Bu anlamda hikâyeler, temsiller, fabllar, anlatılar, menkıbeler, tiyatro da öyledir. Dünyanın imajıdır bunlar. Bizde bütün halk hikâyelerinde dikkat ederseniz var olmanın, dünyanın bir kesiti, hikâyesi yeniden anlatılır. Yani herkes kendi derdini anlatır. Hz. Mevlânân’ın Mesnevi’nin ilk 18 beytinde de bu vardır. Orada aslında bezm-i elesten bahsediliyor. Bezm-i elest, ayrılıkların hikâyesidir. Herkesin bir derdi var. Edebiyat bir dertten bir acıdan doğuyor daha çok.
M. Nuri PARMAKSIZ: Bizim şairlerimiz bir mısraya bir dünya sığdırmışlar. Bunun için roman yazmaya gerek görmemişlerdir. Bir başka mesele var bugün. Günümüzde çok sayıda şairin olduğu söyleniyor ama şiir kitaplarını yayınevleri basmıyor. Öykü ve roman son 30–40 yıldır daha çok basılmaya başlandı. Bunun sebebi nedir, neden yayınevleri şiire önem vermiyorlar? Ticari bir kaygımı var; yoksa kültürel bir şey mi var?
Sadık YALSIZUÇANLAR: Bazı büyük şairler iyi editörler tarafından keşfedilirse onların kitapları çıkıyor. Genel olarak şiir kitapları satmıyor. Çok sayıda basılıyor ama az sayıda satılıyor. Fazla ilgi gösterilmiyor. Yayınevleri kendi ekonomilerini düşünüyor. Şiirin bir başka ucunda ise bir çürüme, yüzeyselleşmeden bahsetmekte mümkün. Çok kötü şiirler yayınlanıyor bu da gerçek şiirin değerini düşürüyor; bu durumda gerçek şiir okurunun azalmasına yol açıyor. Karşılıklı birbirini besleyen böyle bir problemden söz edebiliriz.
M. Nuri PARMAKSIZ: Size göre, şiir mi, düzyazı mı daha zor?
Sadık YALSIZUÇANLAR: Büyük bir şairseniz, şiir kendisini dayatıyor. Mutlaka herkes şiir yazmış ve söylemiştir. Ama şiirin yıkıcı bir tarafı da var; vasat bir şairseniz, yetenekleriniz kısıtlı ise şiir insanın ömrünü hederde edebiliyor. Yani on yılda yapılıyorsanız, bir günde yıkılabilirsiniz. Düzyazı öyle değildir. Düzyazı biraz daha emek, işçilikle ilgilidir; ancak şiir doğma işidir. Düzyazı örme şeklinde belirir. Şiiri de örme şeklinde yapan insanlar var. Şiir çok daha yorucu. Büyük güzellikler, büyük acılar daha çok şiirle dile gelebiliyor. Dolayısıyla büyük güzellikler, büyük yorgunluklar getiriyor.
M. Nuri PARMAKSIZ: Sanat amacı “güzele ulaşmaktır” derler. Güzel orada bir semboldür tabi. Bu güzeli düzyazıda cümlelerle daha iyi anlatabileceğinize kanaat getirdiğiniz için anladığım kadarıyla öykü ve romanı tercih ediyorsunuz.
Sadık YALSIZUÇANLAR: Bir anlamda öyle ama her şeyi, her duyguyu ve düşünceyi de düzyazı ile anlatmak mümkün değil.
M. Nuri PARMAKSIZ: Sayın Yalsızuçanlar, verdiğiniz bilgiler için size çok teşekkür ederim. Bundan sonraki çalışmalarınızda başarılar dilerim.
Sadık YALSIZUÇANLAR: Bu güzel sohbet için ben teşekkür ederim.
MEHMET NURİ PARMAKSIZ
Yorumlar
Yorum Gönder