Saygın Günenç, Modernler Klasikleri Neden/Nasıl Okudu?, Heidegger, 3. Seminer



Evet klasik düşünce okulunun değerli katılımcıları ve üyeleri, hepinizi sevgi ve saygıyla selamlıyorum. Bugün Heidegger’in Aristoteles yorumunun ikinci haftasındayız, ikinci seminerdeyiz. Öncelikle ilk seminerde yaptıklarımızın kısa bir özetini vermek ve temel kavramları hatırlatmak istiyorum. Çünkü bu haftada aynı kavramları kullanacağız.

İlk hafta üzerinde durduğumuz kavramlardan biri hepimizin bildiği gibi varlık kavramıydı. Varlık, Heidegger için gündelik hayatta çok açık görünen, ancak felsefi açıdan son derece anlaşılması güç bir kavramdır. Heidegger, bu tip kavramlara "bedihi sanılan kavramlar" der. Bugün konuşacağımız metinlerden birinden bir alıntı yaparak örnek verebiliriz. Kendiliğinden açık olduğu düşünülen bu kavramlar şunlardır: varlık ve yokluk, hakikat ve görünüş, doğruluk, gerçeklik, bilgi ve sanı, yargı, ifade, deyiş, kavram, değer ve değersizlik durumları.

Bu kavramlar, kuşaktan kuşağa aktarılmış ve insanlar tarafından okullarda öğrenilmiş, günlük yaşamda kullanılmıştır. Ancak Heidegger’e göre bu kavramlar aslında açık değil, tam aksine üzerinde düşünülmesi gereken ve derinlemesine sorgulanması gereken kavramlardır. Örneğin, klasik metafizikte varlık kavramı son derece açık ve belirgin bir kavram olarak kabul edilir. Sübut yani varoluş, hemen anlaşılır bir şey gibi algılanır. Ancak Heidegger’e göre bu tür varsayımlar, sorgulanmaksızın kabul edildiği için problemlidir.

Şimdi, Heidegger’in varlık kavramını nasıl tanımladığını hatırlayalım. Varlık, Heidegger için karanlıktan açıklığa, görünmezlikten görünürlüğe, gizlilikten açığa çıkma durumuna geçiştir. Varlık, sürekli bir hareket halinde olan dinamik bir süreçtir. Bu hareketlilik, belli bir sabitlik ya da durağanlık değil, aksine bir açığa çıkma ve belirginleşme süreci olarak tanımlanır.

Geçen hafta Türkçedeki kelime köklerinden yola çıkarak bu durumu açıklamıştım. Örneğin "varmak" fiili, varlığa girişin kökünü oluşturur. Varmak, ulaşmak, erişmek ve görünmeye başlamak anlamlarını içerir. Aynı şekilde "bar" kökü, barınmak, yerleşmek, oturmak ve açığa çıkmak anlamlarına gelir. Dolayısıyla Heidegger’in varlık anlayışını Türkçe düşünen bir zihin için anlamak, aslında zor değildir. Burada söz konusu olan, henüz kendini göstermemiş olanın açığa çıkması ve görünüşe gelmesidir.

Felsefe tarihinde metafiziğin olgunlaştığı dönemlerde varlık, yalnızca dışsal bir mevcudiyet olarak yorumlanmıştır. Heidegger’e göre ise bu, daha sonra ortaya çıkacak sorunların kaynağını oluşturur. İkinci olarak üzerinde durduğumuz önemli kavramlardan biri de hakikattir.

Hakikat kavramı, Heidegger’de "aletheia" terimiyle ifade edilir. Aletheia, açığa çıkmışlık, kendini göstermişlik, gün ışığına çıkmışlık anlamlarına gelir. Türkçede bazen doğruluk, bazen gerçeklik olarak çevrilse de Heidegger burada çok özel bir anlam ifade etmektedir. Hakikat, henüz saklı olanın açığa çıkması, gizlilikten sıyrılması ve görünür hale gelmesi sürecidir. Bir şey, bir kez açığa çıktığında aletheia gerçekleşmiş olur.

Bunu açıklamak için ilk hafta Herakleitos’un bir fragmanını örnek vermiştik. Fragmanda geçen "ethos anthropoi daimon" ifadesi, genellikle “insanın karakteri onun kaderidir” şeklinde çevrilir. Ancak Heidegger bu ifadeyi farklı bir şekilde yorumlar. Heidegger’e göre, insan için yerleşme alanı, mesken ve kendini gösterdiği açıklık, tanrısal olanın varoluşunun indiği bir alanı temsil eder.

Bu açıklık, Heidegger’de "anwesung" (açığa çıkma) terimiyle ifade edilir. İnsan, varlığın kendisini nasıl açığa çıkardığını, tarihsel zamanlar içinde nasıl göründüğünü deneyimler. Dolayısıyla varlığın özü, onun nasıl açığa çıktığı ve deneyimlendiğiyle ilgilidir. Varlığın özü, sabit bir tanım değil, bir süreçtir.

Heidegger’e göre, varlık Yunanlılara özgü bir biçimde deneyimlenmiştir. Bu deneyim Aristoteles’in ve Platon’un felsefesinde belirginleşir. Felsefi düşünce, bir karşılıklı konuşma biçiminde gelişir ve varlık, zaman içinde farklı açılardan yorumlanarak ortaya çıkar. Heidegger, bu süreci bir yol açmak ve açılan yoldan geri dönmek olarak tanımlar.

Ethos, Heidegger’de bir eğleşme durumu olarak anlaşılır. İnsan, bir yerde durur, yerleşir ve tanrısal olan bu açıklığa iner. Ancak bu soyut kavramların somut halleri de vardır. Heidegger’e göre, insanın gündelik yaşamında kullandığı en küçük nesneler bile bu tür açıklıklar oluşturabilir. Bir masa, bir kase ya da bir ev, göksel varlıklarla yeryüzü arasındaki bağlantıyı kurabilir.

Bu bağlamda Heidegger, geç döneminde bu açıklıkların toplanma noktalarını “Dasein” (orada-olma) kavramıyla açıklar. İnsan varoluşu, bir açığa çıkma alanıdır. Her şey, bu alanda belirir ve kaybolur. Heidegger, bu dinamik süreci anlamak için fenomenolojik bir yaklaşımla ele alır. Varlık, yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda görünüşsel bir açığa çıkma biçimidir.

Hakikat ve varlık kavramlarının bu şekilde açımlanması, Heidegger’in düşüncesinin temelini oluşturur. Heidegger için varlık, ne sabit bir kavramdır ne de yalnızca dışsal bir nesnedir. Varlık, açığa çıkma, görünme ve anlam kazanma sürecidir. Bu süreçte insan, hem varlığın hem de hakikatin taşıyıcısı ve deneyimleyicisidir.

Bugün üzerinde duracağımız konulardan biri, Heidegger’in özellikle 1939 yılında yazdığı ve 1950’lerde bir İtalyan felsefe dergisinde yayımlanan makalesidir. Bu makale, 'Füsis' kavramının özüne dair bir çözümleme sunar. Ancak burada 'öz' terimi, mahiyet anlamında değil, bir şeyin nasıl açığa çıktığı ve kendini nasıl gösterdiği bağlamında ele alınmaktadır. Heidegger’in bu yaklaşımı, klasik metafizik anlayışından ayrılarak, felsefi düşüncenin temel yönelimlerini sorgular.

İlk olarak 1925 tarihli Marburg derslerine dönecek olursak, Heidegger’in fenomenolojik yöntemi nasıl ele aldığını görebiliriz. Heidegger, fenomenolojinin bir uygulama biçimi olduğunu vurgular. Bu bağlamda, fenomenolojiyi kitaplardan öğrenmek yerine, felsefe tarihini yeniden okuyarak, metinler üzerinde pratik yapmak gerektiğini savunur. Aristoteles üzerine yapılan çözümlemeler, fenomenolojinin en somut uygulama örneklerindendir.

Heidegger fenomenolojiyi, 'phainomenon' ve 'logos' terimlerinin bileşimi olarak tanımlar. 'Phainomenon', kendini gösteren, açığa çıkan anlamına gelirken, 'logos' bu açığa çıkışı dile getiren, ifade eden anlamında kullanılır. Dolayısıyla fenomenoloji, şeylerin kendilerini gösterme biçimlerini açığa çıkaran ve dile getiren bir yöntemdir. Bu yöntem, varlık ve hakikat sorunlarını doğrudan ele alır.

Heidegger’e göre dil, yalnızca bir iletişim aracı değildir. Modern anlamda dilin iletişim aracı olarak tanımlanmasını reddeder. Dili, varlığın açığa çıkma alanı olarak ele alır. Dil, yalnızca bilgi aktaran bir sistem değil, varlığın görünür hale gelmesine vesile olan bir araçtır. Heidegger, bu bağlamda dili şiirsel bir alan olarak tanımlar. Şiir, varlığın en saf ve doğrudan ifadesi olarak görülür.

Ses ve müzik örneğinden hareketle, sesin yalnızca bir dalga veya titreşim olmadığını vurgular. Ses, aynı zamanda bir açığa çıkma biçimidir. Bir bestenin veya müziğin açığa çıkışı, varlığın belirli bir şekilde kendini gösterme tarzıdır. Modern dünyada, bu açığa çıkma biçimlerinin sabit ve tekdüze hale getirildiğini savunur. Özellikle teknikleşmiş modern dünyada, açığa çıkma biçimlerinin çeşitliliği kaybolmuş ve tek bir görme tarzı hâkim olmuştur.

Bu noktada Heidegger, 'varlığın unutuluşu' kavramına dikkat çeker. Modern teknik, varlıkların sabit ve değişmez biçimlerde sunulmasına yol açar. Bu durum, varlıkların açığa çıkma süreçlerini göz ardı eder. Heidegger’e göre modern teknik, açığa çıkma biçimlerinin bir indirgemesi olarak görülmelidir. Teknik, varlığı yalnızca fayda ve işlevsellik temelinde ele alarak, onun kökensel anlamını unutturur.

Bu tartışma içinde Heidegger, fenomenolojik yöntemini kutsal alan kavramıyla ilişkilendirir. Bir şeyin kendisini gösterebilmesi için bir açıklık, bir alan gerekir. Heidegger bu alanı 'Bereich' (alan) veya 'kutsal daire' olarak adlandırır. Bu bağlamda kutsallık, yalnızca dini bir anlam taşımaz; aynı zamanda bir varlığın görünme alanının açılması anlamına gelir.

Homeros’tan verdiği örnek, bu kavramın somutlaşmasını sağlar. Odysseus’un evine döndüğünde, karısı Penelope ile karşılaşması ve onu tanıyıp tanımaması meselesi, görünüşün güvenilmezliği üzerinden işlenir. Penelope’nin Odysseus’u tanıması, onun yataklarının sembolik yapısı üzerinden gerçekleşir. Odysseus’un daha önce kendi elleriyle yaptığı ve taşınamaz olan yatak, onların birlikteliğinin bir sembolüdür. Bu sembol, biriciklik ve kutsallık kavramlarını içerir. Heidegger, bu örnek üzerinden fenomenolojinin varlık ve görünüş ilişkisini yorumlar.

Heidegger’in felsefesinde bu tür semboller, varlıkların bir araya gelmesini ve anlam kazanmasını sağlar. Yatak, yalnızca bir mobilya değildir; aynı zamanda birlikteliği, kutsallığı ve insanın varoluşunu simgeler. Bu bağlamda, fenomenolojik yöntem, varlıkların açığa çıkma biçimlerini inceler ve onların anlam katmanlarını açığa çıkarır.

Heidegger, modern dünyanın bu anlam katmanlarını yok ettiğini ve varlıkların yalnızca işlevselliğe indirgendiklerini savunur. Teknikleşen dünyada, açığa çıkma biçimleri sabitlenmiş ve farklı yorumlama yolları devre dışı bırakılmıştır. Bu nedenle Heidegger, fenomenolojinin bu kaybolan açığa çıkma yollarını yeniden keşfetmeyi hedeflediğini belirtir.

Fenomenolojinin temel amacı, varlıkların kendilerini gösterme biçimlerini anlamak ve dile getirmektir. Bu yöntem, varlıkların açığa çıkışında yeni alanlar yaratmayı ve alternatif yorumlama biçimlerini ortaya çıkarmayı amaçlar.

Fakat bu her ne kadar açık gözükse de, Heidegger’e göre kökensel olanın üstünün örtülmesi, onun anlaşılmasını zorlaştırmaktadır. Bu nedenle yapılması gereken şey, bu kavramlar oluşturulurken gösterilen büyük entelektüel çabanın aynısını göstermek ve okumayı derinleştirmektir. Artık görmediğimiz ve gündelik hale gelmiş olan şeylerin köklerine, altyapısına tekrar bakmak gerekir. Çünkü bugün verili kabul ettiğimiz, kendiliğinden anlaşıldığını düşündüğümüz kavramlar, aslında başlangıçta büyük entelektüel çabalar sonucunda ortaya çıkmıştır.

Bu noktada, Platon’un 'Sofist' diyaloğundan bir alıntı üzerinden konuyu açalım. Platon şöyle der: 'Her defasında ağzınızdan varlık (var olan) kelimesi çıktığında, onun anlamını bildiğinizi sanıyordunuz. Ancak şimdi bu kelimeyi kullandığınızda, bir aporia (açmaz) içine düşüyoruz.' Yani, daha önce açık ve anlaşılır sandığımız bir kavramın şimdi bizi bir çıkmaza soktuğunu fark ediyoruz. Heidegger de bu metni yorumlarken, başlangıçta varlık kelimesi ile kurulan ilişkinin aşikâr olduğunu, ancak zamanla bu aşikârlığın kaybolarak bir çıkmaza dönüştüğünü belirtir.

Bu bağlamda, fenomenolojinin görevi, bu açmazı aşmak ve varlık kavramını yeniden görünür kılmaktır. Heidegger’in önerdiği yöntem, özel bir görme biçimi geliştirmek ve bu görme biçimi aracılığıyla varlıkların varlığına ulaşmaktır. Her soru sorma faaliyeti, var olanların açığa çıkması için bir alan yaratır. Örneğin, Heidegger modern tekniğin özünü sorarken, bu soruyu yalnızca teknikle sınırlamaz; varlığın kendisinin açığa çıkmasını sağlamak için bir yol açar.

Heidegger, Aristoteles’in 'Nikomakhos’a Etik' adlı eserinin altıncı kitabında yer alan kavramlara başvurarak, 'aletheia' teriminin kökenine iner. Yunanca 'aletheia', saklı olmama, açığa çıkma anlamına gelir. Heidegger, bu kavramın yorumunda, örtüsü kaldırılmış ve saklı olmaktan çıkmış bir hakikat anlayışı ortaya koyar. 1801 tarihli bir Alman sözlüğünde yer alan tanımda da 'aletheia', gizlenmemişlik ve açıklık olarak tanımlanır. Heidegger’in bu eski kaynaklardan yararlanarak kavrama verdiği önem, onun fenomenolojik yaklaşımının temel taşını oluşturur.

Bu bağlamda, Platon’un 'Politeia' (Devlet) adlı eserindeki astronomi örneği dikkat çekicidir. Sokrates, astronomların gökyüzündeki yıldızları gözlemlediğini söyleyenlere karşı çıkarak, asıl gözlemin içsel bir logos alanında gerçekleştiğini belirtir. Yani, astronomlar yıldızlara dışsal bir gözlemle değil, içsel bir düşünme ve kavrama süreciyle yaklaşırlar. Bu örnek, Heidegger’in logos ve hakikat anlayışının da temelini oluşturur. Logos, yalnızca bir ifade değil, aynı zamanda varlıkların açığa çıkma alanıdır.

Bu doğrultuda, Hartmann ve Marburg Okulu’nun Platon yorumları da önem kazanır. Logoslara geri çekilerek, varlıkların açığa çıkmışlığını gözlemleme fikri, Platon’un idealar teorisiyle örtüşür. Logos, varlıkların hakikatini barındıran bir alan olarak kabul edilir. Örneğin, yıldızların hakikati, gökyüzünde değil, zihnimizde oluşturduğumuz logoslarda açığa çıkar. Bu düşünce, fenomenolojinin temelini oluşturan açığa çıkma kavramıyla doğrudan ilişkilidir.

Platon’un idealar teorisi, varlıkların duyulur dünyada değil, zihinde ve logoslarda göründüğünü savunur. Heidegger de bu anlayışı fenomenolojik yöntemiyle yorumlar ve varlıkların açığa çıkmasını zihinsel ve algısal süreçlerle ilişkilendirir. Örneğin, bir yıldızın hakikati, onu algılama biçimimizde ve logosumuzda saklıdır. Gök gürültüsünün mahiyeti de yalnızca fiziksel bir olgu değil, zihinde oluşturulan bir anlam alanında açığa çıkar.

Bu yorumlar, hakikatin unutulmuşluk ve açığa çıkma süreçleriyle bağlantılı olduğunu gösterir. Yunanca 'aletheia' kavramı, unutkanlık ve hatırlama imgeleriyle bağlantılıdır. Örneğin, Hades’in unutkanlık ırmağından geçen ruhlar, geçmiş yaşamlarına dair her şeyi unutur. Ancak bilgiye yeniden ulaşmak, bu unutkanlığı aşmak ve hakikati tekrar açığa çıkarmak anlamına gelir. Heidegger, bu süreci varlığın açığa çıkışıyla ilişkilendirerek modern felsefeye yeni bir perspektif sunar.

Varlıkların açığa çıkma süreci unutulduğunda, daha önce kendini göstermiş olan her şey karanlığa çekilir ve gizlenir. Bu durum, uzun bir yolculuk sonucu bilgilerin ve anıların kaybedilmesine yol açar. Platon’un anımsama teorisi (anamnesis) tam da bu süreci tanımlar. Yani, daha önce açığa çıkmış olanların yeniden ortaya çıkarılması anlamına gelir. Bu süreç, dışarıdan değil, içeriden gerçekleşir. Önce varlıkların açığa çıktığı alanı yeniden yaratmak gerekir. Logos, işte bu alanı sağlar; varlıkların hakikati burada açığa çıkar.

Heidegger’e göre, Yunanca 'aletheia' (hakikat) kelimesinin kökeni, 'a' harfinin privatif (yoksulluk bildirici) olmasıdır. Bu, saklı olandan saklı olmama haline geçişi ifade eder. Hakikat, örtüsünün kaldırılması ve açığa çıkarılmasıyla mümkündür. Ancak bu süreç bir çaba gerektirir; hakikate ulaşmak mücadeleyle kazanılır. Dünya başlangıçta kapalıdır ve açığa çıkarılması gerekir. Bilme faaliyeti, konunun derinliklerine inerek hakikatin açığa çıkmasını sağlar.

İlk olarak çevremizdeki dünya açığa çıkar; günlük hayatımızda karşılaştığımız varlıklar kendilerini gösterir. Daha sonra farklı yollarla diğer varlıklar da açığa çıkarılır. Özellikle matematik, Heidegger için bir keşiftir; icat değildir. Matematiksel varlıklar ancak belirli düşünsel süreçlerle kendilerini gösterebilir. Bu düşünsel süreç olmadan matematiksel nesneler görünür hale gelemez.

İkinci önemli konu, aletheia’nın yalnızca varlıkların bir özelliği değil, aynı zamanda insan varoluşunun bir karakteri olmasıdır. İnsan varoluşu açığa çıkma alanıdır. Varlıklar, insanın bu açığa çıkarıcı faaliyeti sayesinde özel bir görünüm kazanır. Örneğin, bir nehir insan varlığından önce sabittir; ancak insanın varlığıyla nehrin anlamı ve işlevi sonsuz ölçüde genişler.

Heidegger, bu nedenle hakikati çift yönlü değerlendirir. İnsan, açığa çıkarma faaliyetinde bulunarak dünyayı karanlıktan ışığa taşır. Yunanca 'aletheia', bu süreci tanımlar: açığa çıkarma, örtüyü kaldırma ve görünür hale getirme. Ancak modern çevirilerde bu kelime genellikle 'doğruyu söylemek' olarak çevrilir. Heidegger’in yorumunda ise bu kavram, hakikatin derinlemesine açığa çıkarılmasını ve anlamlandırılmasını ifade eder.

Fakat Heidegger’e göre 'doğruyu söylemek' şeklinde çevirmek bu kavramın derin anlamını yansıtmıyor. Şimdi Aristoteles’i yorumlamaya başlayalım. Aristoteles’in ünlü tanımı olan 'zoon logon echon' ifadesi genelde 'akıl sahibi canlı' olarak çevrilir. Daha yüzeysel bir yorum ise 'akıl sahibi hayvan' şeklindedir. 'Zoon' kelimesi hayvan olarak değil, canlı olarak anlaşılmalıdır; 'logos' ise akıl değil, konuşma veya anlamlandırma olarak çevrilmelidir.

Heidegger bu ifadeyi 'konuşan canlı' veya 'logosa sahip olan canlı' olarak yorumlar. Logos, bir açığa çıkarma alanıdır. Logos aracılığıyla yalnızca logosla açığa çıkabilecek olan şeyler, görünür hale gelir ve insana iner. Burada 'logos' kelimesi, 'leg' kökünden türemiştir ve dilbilimsel olarak farklı dereceler içerir. Örneğin, sıfır derecesinde 'lg', e derecesinde 'leke', o derecesinde 'log' formuna dönüşür. Bu dilsel değişimler, anlamın katmanlarını ve açığa çıkışını temsil eder.

Heidegger, 'psyche' kelimesini de ruh veya zihin olarak değil, 'yaşam yolu' ya da 'yaşama tarzı' olarak çevirir. İnsanlar, bulundukları dünyada var olanları nasıl açığa çıkarıyorlarsa, onları öyle anlamlandırırlar. Ruh, Heidegger’e göre yalnızca zihinsel bir yapı değil, varlığı deneyimleme yolu ve yaşam formudur.

Logos kavramına daha yakından bakalım. Aristoteles, logosun özel bir türü olan 'logos apophantikos'tan bahseder. Bu, 'açığa çıkarıcı logos' anlamına gelir. Yunanca 'apo', bir şeyin kaynağından çıkarılması ve görünür hale getirilmesi anlamını taşır. 'Apophansis', görünüşe getirme veya açığa çıkarma demektir.

Bu açığa çıkarma iki şekilde gerçekleşir: 'Kataphasis' ve 'apophasis'. 'Kataphasis', olumlama yoluyla bir özneye yüklem yüklemek anlamına gelir. 'Apophasis' ise olumsuzlama yoluyla bir özelliğin varlıkta bulunmadığını ifade eder. Heidegger’e göre her iki eylem de açığa çıkarma süreçleridir. Olumsuzlama bile varlığa işaret eder ve onun ne olduğunu dolaylı olarak gösterir.

Bu kavramı açıklamak için Heidegger, bir fıkradan örnek verir: Bir adam kahve sipariş ederken 'sütlü kahve istemiyorum' der. Garson, süt olmadığını ancak krema olduğunu belirtir ve 'kremasız kahve' getirir. Bu durumda, sütsüz kahve ile kremasız kahve aynı görünse de farklı anlamlar taşır. Olumsuzlama, varlığa dair yeni bir kavrayış kazandırır.

Teolojide de bu yöntem kullanılır. 'Via negativa' (olumsuz yol) olarak bilinen yaklaşım, Tanrı’nın niteliklerini tanımlamak yerine ne olmadığını söyleyerek anlamaya çalışır. Tanrı’nın eksiklikleri üzerinden kavranması, aslında onun varoluşunun sınırlarını belirler ve dolaylı olarak tanımlar. Heidegger’e göre bu yöntem, varlığı açığa çıkarma sürecinin önemli bir parçasıdır.

Sonuç olarak, Heidegger’in logos ve açığa çıkma kavramları, varlıkların hem olumlama hem de olumsuzlama yoluyla görünür hale geldiğini gösterir. Ruh veya psyche, yalnızca zihinsel bir yapı değil, varlığı deneyimleme tarzıdır. Bu bağlamda, insanın logos aracılığıyla varlıkları açığa çıkarma ve anlamlandırma süreci, varoluşun temelini oluşturur.

Şimdi isterseniz, bu giriş bölümünde Aristoteles’in ünlü ruh tanımına bakalım. Bu tanım oldukça ünlüdür ve Heidegger bunu ilginç bir şekilde çeviriyor. Önce Yunancasına bakalım ve çevirelim: "hepüseksin enteleke". Bunu çevirdiğimizde şu anlam ortaya çıkıyor: Ruh, birincil entelekheia’dır. Peki, birincil entelekheia ne demektir? Bu, tam gerçekleşmişlik, tamama ermişlik anlamına gelir. Neyin tamama ermişliği? "Somatos husiko dinamous," yani henüz canlı olmayan, potansiyel olarak yaşam taşıyan fiziksel bir cismin tamama ermişliğidir.

Bu tanım, ilk bakışta karmaşık görünse de Heidegger’in yorumuyla daha açık hale geliyor. Heidegger’e göre ruh, yaşayan varlığın temel bulunuşunu, eğleşmesini ve açığa çıkmışlığını oluşturan bir şeydir. Ruh, potansiyel olarak yaşam sahibi olan bir varlıkta, onun kendini açığa çıkarmasını ve göstermesini sağlar. Heidegger bunu şu şekilde ifade eder: Ruh, olanakları bakımından yaşamaktadır ve varoluşun temel açığa çıkma biçimini temsil eder.

Bu tanım, Aristoteles’in hareket tanımıyla yakından ilişkilidir. Aristoteles’e göre hareket, "hu dynamis ontos entelekheia," yani potansiyel olarak var olanın, kendini gerçekleştirme sürecidir. Bu tanım, ruhun varoluşla olan ilişkisini açıklamak açısından oldukça önemlidir. Ruh, yaşayan bir varlığın potansiyellerinin açığa çıkması ve gerçekleşmesi için bir hareket gerektirir. Yani ruh, ancak bir süreç içinde, eylem ve gerçekleşme yoluyla kendini gösterebilir.

Bu bağlamda, Aristoteles’in ruh kavramı, Heidegger tarafından insan varoluşunun açığa çıkma biçimleriyle ilişkilendirilir. Heidegger’e göre, ruh, insan varoluşunun farklı var olanlarla temas kurarak onları açığa çıkarma yollarını temsil eder. Bu açığa çıkarma biçimlerine "aletheia" denir.

Ruhun açığa çıkması, yalnızca biyolojik süreçler yoluyla değil, aynı zamanda anlamlandırma ve bilme faaliyetleriyle gerçekleşir. Heidegger’in yorumunda, bilinç bile bu açığa çıkarma süreçlerinin bir parçasıdır ve insan varoluşu, sürekli olarak çevresindeki varlıkları görünür kılan bir dinamizme sahiptir.

Aristoteles’in epistemik yapılarıyla devam edelim. Ruhun açığa çıkarma biçimleri beş temel formda incelenir. Bunlar: episteme (bilgi), techne (zanaat ve teknik bilgi), phronesis (pratik bilgelik), sophia (bilgelik) ve nous (akıl veya sezgi) olarak sıralanır.

Özellikle "techne" kavramı üzerinde duralım. Heidegger’e göre "techne," Türkçede en iyi "vukuf sahibi olmak" şeklinde çevrilebilir. Bu, bir şeyi yapmayı derinlemesine bilmek, ona hakim olmaktır. Örneğin, bir zanaatkar, malzemeyi işlerken ya da bir yapı inşa ederken malzemenin doğasını hisseder ve ona nüfuz eder. Heidegger bu süreci, el becerisinin ötesinde bir kavrayış ve sezgi olarak tanımlar. Örneğin, bisiklet kullanmayı öğrenmek yalnızca mekanik bir yetenek değil, aynı zamanda bisikletin işleyişini ve doğasını hissetme kapasitesidir.

Bu tür bilgi, Heidegger’in 'episteme' kavramına yakındır ve yalnızca yüzeysel bir ustalık değil, derin bir anlayış ve hakimiyet anlamına gelir. Dolayısıyla Heidegger, teknik bilgiyi bile insanın varlıklarla olan ilişkisinde açığa çıkarıcı bir faaliyet olarak ele alır.

Teknik ya da zanaat, yalnızca bir el becerisi değil, temel olarak bir vukuf sahibi olma halidir. Örneğin, bir ayakkabıcı ya da terzi, yaptıkları iş üzerinde hâkimiyet kurar ve ona vakıf olurlar. Bu vakıf olma hali, aslında bir bilme durumudur. Terzi gerçekten dikmeyi bilir; bu bilme hali, Heidegger’in 'techne' kavramıyla uyumludur.

Türkçede 'bilmek' kelimesi, 'yapabilmek', 'üretebilmek', 'çizebilmek', 'yazabilmek', 'dokuyabilmek' gibi fiillerle birleşerek teknik bilgiyle doğrudan bağlantılıdır. Heidegger’in 'techne' anlayışı da tam olarak bu bilme ve yapabilme kapasitesine işaret eder. 'Episteme' ise genel olarak var olanların doğasını kavrama sanatıdır. Aristoteles’e göre episteme, var olanların ilkelerine ulaşmak ve bu ilkelerden yola çıkarak anlam kazanmaktır. Episteme, yalnızca 'nasıl' sorusunu değil, 'niçin' sorusunu da yanıtlamaya yöneliktir.

Ancak episteme, arkelerin (ilkelerin) kendisini nesne haline getirmez. Örneğin, astronomi bilimi, belirli ilkelerden yola çıkarak inşa edilir. Bu ilkeler, verili kabul edilir ve matematikteki aksiyomlar gibi bir temel oluşturur. Heidegger, buna 'umsicht' adını verir. Bu kavram, çevreyi kolaçan etme, gözlemleme ve sağduyu sahibi olma haliyle ilgilidir.

'Phronesis', Heidegger’e göre, neyin, ne zaman ve nasıl yapılacağını kavrama yeteneğidir. Bu kavrayış, bir sağduyu ve sezgi içerir. Heidegger’in 'umight' dediği şey, çevredeki varlıkların mesafesini, yakınlığını veya uzaklığını fark etme ve onlarla nasıl ilişki kurulacağını sezme yetisidir.

'Sophia' ise bilgelik anlamına gelir ve episteme’den farklı olarak arkelerin kendilerini konu haline getirir. Heidegger, sophia’yı gerçek anlamda anlamak olarak tanımlar. Son olarak 'nous', dolaysız bir kavrayış ve işitme yetisi olarak ele alınır. Heidegger, 'nous'u daha sonra 'işitmek' şeklinde yorumlar. Bu, doğrudan bir kavrayış ve algılama biçimini temsil eder.

Heidegger’in 'aletheia' (açığa çıkarma) anlayışına dönecek olursak, burada kastettiği şey son derece şiirsel bir süreçtir. Varlıklar, diğer tüm varlıkların açığa çıktığı birer alan olarak görülür. Heidegger, hümanizmi sevmediği için bu terimi kullanmaz; çünkü hümanizm, insanı merkeze alarak varlığı iradesi üzerinden tanımlar. Oysa Heidegger, varlığın kendisini açığa çıkaran bir süreç olduğunu ve insanın bu sürecin yalnızca bir parçası olduğunu vurgular.

Modern dünyada gökdelenler, betonarme binalar ve barajlar gibi yapılar, Heidegger’e göre varlığın özüne tecavüz anlamına gelir. Varlık, kendisini açığa çıkarmak için belirli bir alan yaratır ve sonra tekrar gizlenir. Her açığa çıkan var olan, aynı zamanda karanlığın içinde bir iz taşır. Örneğin, sesin üzerine müzik biner; ancak sesi doğrudan yakalamaya çalıştığınızda, müzik kendini gizler. Heidegger bu nedenle, varlığın açığa çıkarılma süreçlerini anlamanın, insanın dünyayla olan ilişkisini derinleştirdiğini savunur.

Zamansal olarak sonradan gelen fenomenleri mekanistik yollarla türetmek mümkün değildir. Heidegger’e göre bilinç, sonradan ortaya çıkmış bir şey değildir; modern bir kavram olarak değil, varlığı deneyimleme ve açığa çıkarma yetisi olarak görülmelidir. Varlık, deneyimleme ve açığa çıkarma mahareti ile anlaşılır. Ruh, Heidegger’e göre, bedenin ürünü değildir. Başlangıçtan itibaren hakikatin ve varlığın bir veçesidir. İndirgenemez ve türetilemez bir şeydir. Bu nedenle, ruhun veya bilincin matematiksel yollarla türetilmesi mümkün değildir.

Heidegger’in faşizmle ilişkisi de bu bağlamda tartışmalıdır. Heidegger’in modern kentlerden hoşlanmaması, onu Nazilerin teknoloji karşıtı başlangıçtaki duruşlarına yaklaştırmıştır. Naziler, başlangıçta otantik Alman varoluşuna dönüş fikrini savunmuşlardır. Heidegger, bu noktada onların modern teknik eleştirisini sempatik bulmuştur. Ancak, zamanla Nazilerin modern teknikle olan bağlarını, özellikle silah sanayisi üzerinden gördükten sonra desteğini çekmiştir.

Modern teknik, Heidegger’e göre özü itibarıyla askeri bir yapıya sahiptir. İnternet ve pek çok teknolojik aygıt, askeri endüstriden doğmuş ve tüm hayatı kaplayan bir var olma biçimine dönüşmüştür. Modern teknik, yalnızca işlevselliğe indirgenmiş bir dünya yaratmakla kalmaz; aynı zamanda varlığın açığa çıkışını sınırlar ve onu araçsallaştırır.

Nazizm ve faşizm kendilerini üçüncü bir yol olarak tanıtmışlardır. Kapitalizm ve sosyalizme karşı alternatif olduklarını iddia etmişlerdir. Ancak Heidegger’e göre bu, bir yanılsamadır. Modern teknikle olan bağlantılarından dolayı, bu ideolojiler de insanı araçsallaştıran yapılar oluşturmuşlardır.

Sonuç olarak, Heidegger’in modern teknik eleştirisi, insanın varlıkla olan ilişkisini derinlemesine sorgulamaya yöneliktir. Modern teknik, askeri kökenleri ve endüstriyel üretim modeliyle varlığın özünü araçsallaştırarak insanı doğadan ve hakikatten uzaklaştırır. Heidegger, teknikleşen dünyaya karşı alternatif bir yol sunmaktan çok, varlığın açığa çıkış yollarını yeniden düşünmeyi ve anlamlandırmayı önerir.

Yorumlar