Saygın Günenç, Modernler Klasikleri Neden/Nasıl Okudu?, Heidegger, 2. Seminer

 

Heidegger’e göre Aristoteles, insanın varlık sorusunu doğrudan sormamıştır. Ancak Platon’un hakikat öğretisi ve mağara alegorisi üzerinden bir tür varlık ve insan tanımına ulaşmak mümkündür. Heidegger’in ifadesiyle, metafiziğin düğüm noktası burada yer alır. Bu noktadan itibaren tarihin akışı değişir ve dünya farklı bir anlamlandırma sürecine girer. Heidegger’in “vesen” (varlığın özsel dönüşümü) kavramı, bu değişimin dönüm noktalarını anlamamıza yardımcı olur.

Platon’un mağara alegorisine dönelim. Mağara, zincirlenmiş insanların bulunduğu karanlık bir mekândır. Buradaki mahkûmlar yalnızca mağaranın duvarına yansıyan gölgeleri görürler ve bu gölgeleri gerçeklik olarak kabul ederler. Ancak bir mahkûm serbest bırakılır ve yukarı doğru yönlendirilir. Önce ateşe, ardından mağaranın dışına bakar. İlk başta gözleri kamaşır ve gördüğü şeyleri daha az gerçek olarak algılar. Ancak gözleri alıştıkça, gördüklerinin gölgelerden daha yüksek bir gerçeklik düzeyine sahip olduğunu fark eder.

Platon’a göre mağaranın dışına çıkmak, ideaların dünyasına yönelmek anlamına gelir. Mağaranın içindeki gölgeler, fiziksel dünyadaki nesneleri temsil ederken, mağaranın dışındaki varlıklar matematiksel nesneleri ve ideaları simgeler. Güneş ise “iyi ideası”nı temsil eder; bu idea, tüm görünür şeylerin kaynağı ve temelidir. Güneş, görünmenin kendisini mümkün kılar. Heidegger, bu anlatımı felsefi anlamda varlık ve hakikat sorunsalının kökeni olarak yorumlar.

Heidegger’in yorumunda, idealar yalnızca görünenin ardındaki gerçeklikler değil, görünüşün kendisinin en saf ve kıvamlı halleri olarak ele alınır. İdealar, varlıkların anlamını açığa çıkaran temel yapı taşlarıdır. Örneğin, bir tavşanın ideası, tavşanı tavşan yapan temel niteliklerin görünüşe çıkarılmasını sağlar. Bu bağlamda, idealar, dünyadaki varlıkların anlamlandırılmasını mümkün kılar.

Modern çeviri anlayışları ve metin yorumları üzerine Heidegger’in getirdiği eleştiriler de burada önem taşır. Heidegger’e göre, metinlerin orijinal dillerinden okunması, anlamın daha derinlemesine kavranmasını sağlar. Günümüzde birçok çevirinin İngilizceden aktarıldığı ve orijinal dilin anlam katmanlarını kaybettiği vurgulanır. Heidegger’in yaklaşımı, metinlerin köklerine inerek onların bağlamlarını yeniden kurmayı hedefler.

Heidegger’in Platon ve mağara alegorisine yaklaşımında, fenomenolojik yöntemler ön plana çıkar. Fenomenolojik redüksiyon, nesnelerin yüzeysel görünümlerini aşarak özlerini ortaya koymayı amaçlar. Konstrüksiyon, bu özlerin yapısal düzenini açığa çıkarırken, destrüksiyon geçmişte biriken anlam katmanlarını çözerek kökensel sorulara ulaşmayı sağlar.

Mağara alegorisinin Heideggerci yorumu, ideaların hakikatin yalnızca temsilcileri değil, aynı zamanda varlığın açığa çıkışını mümkün kılan geçitler olduğunu öne sürer. İdealar, varlıkların anlamını şekillendiren kökensel unsurlardır. Heidegger’in felsefi yaklaşımı, varlığın tarihsel bir süreç içinde nasıl anlamlandırıldığını sorgularken, klasik metinleri fenomenolojik bir bakış açısıyla yeniden yorumlar.

Sonuç olarak, Heidegger’in Platon’un mağara alegorisine yönelik yorumu, varlığın açığa çıkışını ve hakikatin katmanlarını anlamaya yönelik bir yol haritası sunar. Modern çeviri ve yorumlama pratiklerine eleştirel bir gözle yaklaşan Heidegger, felsefi anlamda köklere dönüş ve özsel deneyime odaklanarak, hakikatin yeniden keşfedilmesini savunur.

Evet, bu konuda Heidegger ile Platon arasında köklü bir ayrışma olmadığını düşünüyorum. Örneğin, Platon’da “cerrahın eli” benzeri bir kavram üzerinden meseleye yaklaşacak olursak, iyi bir ameliyat yapabilmenin, yalnızca deneyimle değil, deneyimi önceleyen bir a priori temel üzerinden anlaşılması gerektiği söylenebilir. Platon’a göre, her şey deneyimle kazanılmış gibi görünse de, aslında bu deneyimi önceleyen bir metafizik zemin vardır. Kant bu zemini kategoriler veya görü formları olarak tanımlar. Ancak Platon, Kant’tan daha a priori bir yaklaşım benimser.

Platon’da “aletheia” tam olarak bunu ifade eder. Klasik anlamıyla aletheia, daha önce var olan şeylerin sonradan açığa çıkması demektir. Aristoteles’te ise yaratım yoktur; varlıklar, özleriyle birlikte önceden var olan bir gerçeklikten ortaya çıkar. Örneğin, bir cerrahın eli, ilk cerrahın ortaya çıkmasıyla birlikte yaratılmış değildir. Cerrah olma durumu, insanın mahiyetinde zaten mevcuttur. İbn Arabi’nin “ayân-ı sâbite” kavramı burada devreye girer. Platon’dan esinlendiği düşünülen bu kavram, varlıkların ezelde sabit hakikatler olarak bulunmalarını ifade eder.

Hz. Muhammed’in hakikati de, daha doğmadan önce Tanrı’da sabit bir hakikat olarak mevcuttu. İnsan varoluşu da benzer bir şekilde karanlıktan aydınlığa bir çıkış olarak yorumlanabilir. Ancak bu çıkış, ezeli ve ebedi bir zeminde yer alır. Platonik düşüncede yaratım yoktur; yalnızca kopyalama söz konusudur. Demiurgos, sabit hakikatleri görünür kılan bir aracı rolündedir. Yaratım dediğimiz şey, sıfırdan var etme değil, zaten ezeli ve ebedi olarak var olanların açığa çıkarılmasıdır.

Bu bağlamda, Platonik evrende tekrar mevcuttur. Tümeller, bu dünyaya defalarca gelirler. Örneğin, her insan doğduğunda insan ideası dünyada ete kemiğe bürünür ve ölümle karanlığa geri döner. Ancak ideaların kendisi yok olmaz. Platon’a göre, iyi ideası tüm var olanların açığa çıkmasına vesile olan bir güçtür. Bu güç yükseldikçe var olma seviyesi de yükselir ve iyilik artar.

Plotinos’ta da madde ve kötülük kavramları benzer şekilde ele alınır. Madde, karanlığı ve bozulmayı temsil eder. Madde, mahiyetlerin birbirine karışmasına sebep olduğu için kötülüğe zemin hazırlar. Buna karşın, mağaranın dışındaki dünya, ezeli ve ebedi görünme alanıdır. Filozoflar, insanları bu maddi karışıklıklardan kurtarmaya çalışırlar. Çünkü madde, ebedi olanı sürekli bozarak yok oluşa sürükler.

Sofistler bu anlamda, her şeyi göreli kıldıkları için maddi filozoflar olarak görülürler. Her şeyin her şey olduğu bir dünyada mahiyetler kaybolur ve bu durum kötülüğe yol açar. Buna karşın, Platonik iyilik, ahlaki değil, açığa çıkarıcı bir güç olarak değerlendirilir. Heidegger de benzer şekilde var olmanın yokluktan daha iyi olduğunu vurgular. Var olmak, hiç olmamaktan iyidir; madde de yokluktan iyidir çünkü en azından belli bir gerçeklik içerir.

Platon’un mağara alegorisine göre, mağaranın içinde iki tür kamaşma yaşanır. İlki, ateşe bakıldığında; ikincisi ise güneşe bakıldığında gerçekleşir. Gözler, hem ışığa hem de aydınlatılan nesnelere alışkın olmadıkları için kamaşır. Mağaranın dışına çıkmak, tüm gerçekliği açık ve çıplak haliyle görmek anlamına gelir. Cahil olmak, karanlıkta yaşamak demektir. Bilinçlenmek ise bu karanlığın giderek azalmasıdır.

Örneğin, müzik dinlemek üzerinden bir örnek verecek olursak, sadece arabesk müzik dinleyen biri, diğer müzik türlerini fark edemez. Ancak daha yüksek estetik deneyimler kazandıkça, tıpkı güneşe alışan gözler gibi algılama kapasitesi de artar. Platon’a göre, mağaranın dışına çıkan filozoflar geri dönmelidir. Onlar, mağaradaki insanları da aydınlatmak ve gerçeği göstermekle yükümlüdür.

Heidegger’e göre de aydınlanma, sadece kendini aydınlatmak değil, başkalarını da aydınlatmaktır. Almanca’da “Aufklärung” kelimesi, “aydınlatma” anlamına gelir. Platonik felsefede, filozoflar mağaranın dışındaki hakikati gören ve geri dönerek başkalarını aydınlatan kişilerdir. Hakikati görmek, doğruluğa ulaşmakla ilişkilendirilir. Heidegger, metafiziğin tarihini bu bağlamda “hakikatten doğruluğa geçiş” olarak tanımlar.

Sonuç olarak, Platon’da iki ayrı dünya yoktur. Tek bir dünya vardır; mağaranın içi ve dışı, aynı dünyanın farklı seviyeleridir. Mağaranın dışına çıkan filozoflar, hakikati alıp içeriye getirerek mağarayı aydınlatırlar. Bu süreç, varlığın daha yüksek seviyelerde görünür hale gelmesini sağlar. Platonik düşüncede, hakikate yaklaşmak, bir dünyanın seyrelmiş halinden yoğunlaşmış haline doğru ilerlemektir. Böylece felsefi yolculuk, hakikatin derinleşmesi ve genişlemesi anlamına gelir.

Bağları dinlemek, bu dünyada gerçekleşen bir deneyimdir. Bağı dinlediğiniz anda yeriniz ve algınız değişir; bu değişim eşzamanlı olarak yaşanır. Bu süreç, bir benzetme üzerinden açıklanabilir: Gidiş-geliş hareketi, aynı zamanda bir açığa çıkarma hareketidir ve her an burada, bu dünyada meydana gelir.

Heidegger’in temel iddiası, hakikatin açığa çıkma süreci olduğudur. Antik Yunan dünyasında hakikat, karanlıktan aydınlığa, saklı olandan görünür olana doğru bir hareketle tanımlanmıştır. Bu hareket, bir açığa çıkarma eylemidir ve belirli bir çaba gerektirir. İnsan, varlık olarak bu açığa çıkarma sürecine katılmak ve çaba göstermek zorundadır. Heidegger’e göre, yeryüzü ile dünya arasında sürekli bir çekişme olmalıdır ki bir şeyler açığa çıkabilsin.

Ancak, açığa çıkma hareketi yerine yalnızca nesnelerin açığa çıktıktan sonra doğru görünmesini merkeze alırsanız, esas mesele saklı olan değil, açığa çıkmış olanın doğruluğu haline gelir. Böylece hakikat, açığa çıkma süreci olarak değil, doğru bir görme ve algılama meselesi olarak tanımlanır. Almanca’da bu, 'Wahrheit' (hakikat) terimiyle ifade edilir. Aristoteles ve Platon’da da hakikatin yeri, aklın (nous) mağaranın dışına yönelmesiyle ilişkilendirilmiştir. Burada hakikat, bir tekabül ilişkisiyle tanımlanır. Örneğin, zihnimizdeki fikir ile dış dünyadaki nesne örtüştüğünde hakikate ulaşılmış olur.

Heidegger’e göre doğruluk, zihnin bir özelliği olarak kabul edilir ve hakikat, artık bir açığa çıkma ilişkisi değil, göz ile görülen arasındaki bir uyumdur. Görme yetiniz değiştikçe, dünyanız da değişir. Daha fazla 'idea' gibi olmaya, yani aydınlanmaya başlarsınız. Aydınlandıkça daha çok görür, ışık tuttukça daha fazla şeyi ortaya çıkarırsınız.

Platon’un dünya görüşüne göre, göz, güneş gibi bir ışık kaynağı olmasaydı göremezdi. Göz, ışık tutan ve aydınlatan bir varlıktır. Zihin de benzer şekilde bir ışık kaynağı olarak işlev görür. Zihninizi nereye çevirirseniz, oradan bir yansıma alırsınız. Eğer zihninizdeki içerik, dış dünyadaki içerikle tam olarak örtüşüyorsa, hakikati kavramış olursunuz.

Hakikati kavramak, eğitim sürecinin bir parçasıdır. Hakikati gören kişi eğitilmiş olur ve başkalarına da göstererek onları eğitir. Bu süreç, insanın özünü yeniden bir yere alıştırma ve yönlendirme eylemidir. Heidegger bu süreci 'períagoge' (çevrilme, yönlendirme) olarak tanımlar. İnsan ruhunun yörüngesini değiştirerek, onu yeni bir yere doğru çevirmek, ruhun köklü bir dönüşümünü ifade eder.

Hakikat kavramı, aynı zamanda 'aletheia' (açığa çıkma) olarak tanımlanır. İki tür aletheia vardır: İlki, tanrıların tapınakta varlık göstermesini sağlayan bir açığa çıkma; ikincisi ise insanların birbirlerine varmalarını, anlamalarını sağlayan bir açığa çıkmadır. Şairane bir dünyada yaşamak, bu açığa çıkmanın farkında olmak demektir. Örneğin, bir bardağı sadece işlevsel bir nesne olarak görmek yerine, onun ışıkla etkileşimini, estetik yönünü ve taşıdığı anlamı görmek, şairane bir bakış açısına işaret eder.

Modern mimaride ise süslemeye karşı bir tepki gelişmiştir. Adolf Loos gibi mimarlar, süslemeyi suç olarak tanımlamış ve modern binaların sade, fonksiyonel ve süsten arındırılmış olması gerektiğini savunmuşlardır. Bu anlayış, modern hayatın fonksiyonelliğe ve yalınlığa odaklanmasını simgeler. Ancak bu yaklaşım, Heidegger’in açığa çıkma fikrinden uzaklaşarak, varlığın estetik ve şiirsel boyutunu göz ardı eder. Dolayısıyla hakikatin yalnızca işlevsel doğrulukla sınırlanması, onun derinlikli ve çok katmanlı doğasını eksik bırakır.

Sonuç olarak, Heidegger’in hakikat anlayışı, yalnızca doğruluk veya uyum değil, aynı zamanda açığa çıkma, anlamlandırma ve varlığın estetik yönlerini kapsayan dinamik bir süreçtir.

Eskiden kitaplar baştan sona birer sanat eseri olarak tasarlanırdı. Bazı kitaplara dokunmaya bile kıyamazdınız. Bugün ise mücellitlik gibi zanaatlar neredeyse yok olmuş durumda. Modern tekniklerin yaygınlaşması, zanaatlerin yok olmasına sebep oldu. Çünkü zanaatlar zaman ve emek gerektirir; ustalık, yavaş yavaş öğrenilir ve aktarılır.

Mimar Sinan’a dönecek olursak, onun bir tasarımcı olmadığını anlamak önemlidir. Sanıldığı gibi Selimiye Camii’ni tek başına çizip projelendiren biri değildi. Binlerce kişi, anonim olarak o yapının süslemelerinden duvar işlemelerine, en küçük detaylarına kadar katkıda bulunmuştur. Sinan, ana hatları belirlemiş ama içeriği belirleyenler işçiler, ustalar ve sanatkârlardır. Bu yüzden gerçek sanat eserleri anonimdir. Ancak biz sanatçı fetişisti olduğumuz için imzalı eserleri öne çıkarıyoruz.

Heidegger’e göre ise sanatçılar bile eserlerini nasıl yaptıklarını tam olarak bilemezler. İyi bir sanatçı, sanatını tekrar edemez. Tıpkı bir şairin aynı şiiri iki kez yazamaması gibi, bir ressam da aynı tabloyu iki kez yapamaz. Bunun sebebi, her sanat eserinin biricik olması ve açığa çıkma sürecinin tekrar edilemez oluşudur.

Bu noktada Heidegger’in vurguladığı bir diğer mesele, güzellik ve hakikatin sadeliğidir. Hakiki şeyler genellikle basittir ama görmek zordur. Goethe’nin Faust’unda yer alan “Geçme, dur! Ne kadar güzelsin!” diyebilme yetisi, bu basitliği fark edebilme yeteneğidir. Doğayla ve mekânla ilişkimizde bu farkındalık önemlidir. Örneğin, bir yaylanın üzerine altın madeni yaparsanız, o yerin biricikliğini yok edersiniz. Suyu barajlara feda ettiğinizde, suyun kendisini kaybedersiniz.

Heidegger’in örneğiyle, baraj Ren Nehri’nin üzerine yapılmaz; Ren Nehri barajın üzerine inşa edilir. Böylece nehrin doğal varoluşu teknik bir işleve indirgenir ve ilişkisi kesilir. Modern dünyanın bu parçalanmış ve fonksiyonalist yapısı, her şeyin birbirinden kopuk hale gelmesine sebep olur.

Metafiziğin temel sorunu da budur. Metafizik, mahiyetlere takıntılıdır ve ideaları tanımlama yoluyla kapsül haline getirir. Heidegger’e göre tanımlamak, imkânsız bir çabadır. Örneğin, insan tanımlanamaz bir varlıktır; bu yüzden kopyalanamaz da. Yapay zeka tartışmalarında en büyük yanılgı, bilinci beynin bir fonksiyonu olarak görmekten kaynaklanır. Oysa düşünme, dünya ile kurulan bir ilişki içinde gerçekleşir. İnsan dünyayı sadece bedeninde değil, tüm varoluşunda taşır.

Dasein kavramında olduğu gibi, insan dünyaya yayılır ve her şey başka bir şeyin bedeni haline gelir. Yıldızlar gözlerimizle, ağaçlar kulaklarımızla hissedilir. Heidegger’in yazılarında bu tür paradokslar sıkça karşımıza çıkar. Örneğin, Anaksimandros’un sözü üzerine yazdığı metinde, sözün hem anlamını hem de anlamın dile gelişini sorgular.

Bu bağlamda, Heidegger’de şiir, varlığın dile gelişi olarak kabul edilir. Şairler, tıpkı Hesiodos ve Homeros’un metinlerinde olduğu gibi, ilhamı dışarıdan alırlar. Musa’ların dile getirdiği bu ilham, varlığın görünür hale gelmesiyle ilişkilidir. Şair, kendisinden konuşmaz; varlığın dile gelişi aracılığıyla konuşur.

Heidegger’in düşüncesi, doğu felsefesiyle de temaslar kurar. Burada boşluk fikri ön plana çıkar. Heidegger’in “hiçlik” kavramı, varlığın kendisini diğer varlıkların görünmesi için teslim etmesi anlamına gelir. Teslimiyet, iradenin askıya alınmasını gerektirir. Modern insan ise iradeyi tanrılaştırdığı için bu düşünceye karşı çıkar. Oysa Heidegger’e göre, iradenin geri çekilmesi, boşluk yaratır ve varlıkların açığa çıkmasını sağlar.

Modern teknik, her şeyi bir zorunluluk olarak dayatır. Örneğin 5G’ye geçmek bir tercih değil, teknik bir zorunluluktur. Heidegger, bu zorunlulukların insan iradesi tarafından yaratıldığını ancak sonunda insanın iradesini aşarak kendisini dayattığını savunur. Bu bağlamda, Heidegger’e göre modern insanın en büyük korkusu, iradesinden vazgeçmektir. Ancak bu vazgeçiş, boşluk yaratır ve varlıkların yeniden serpilmesini sağlar.

Hakikat kavramı da bu bağlamda yeniden ele alınır. Geleneksel düşüncede hakikat, zihinle şey arasındaki uygunluk olarak tanımlanır. Ancak Heidegger’e göre hakikat, açığa çıkma sürecidir. Zaman ve mekân, bu açığa çıkma için uygun bir süreklilik yaratır. Hakikat artık yalnızca doğruluk değil, varlığın kendisini göstermesidir.

Sonuç olarak, Heidegger’in yaklaşımı, hakikati bir bilgi meselesi olmaktan çıkararak varlıkla kurulan dinamik bir ilişki olarak ele alır. Bu süreç, modern teknik dünyasının zorunluluklarına karşı bir meydan okuma ve boşluk yaratma pratiğidir.

Yorumlar