Saygın Günenç, Modernler Klasikleri Neden/Nasıl Okudu?, Heidegger, 1. Seminer


Saygın Günenç, Modernler Klasikleri Neden/Nasıl Okudu?, Heidegger, 1. Seminer

Burada ele alınacak konunun temel çerçevesi, yorumlama ve anlamlandırma süreçleri üzerine kuruludur. Özellikle Aristoteles ve Heidegger'in düşüncelerine odaklanacağız. Heidegger’in neden önemli olduğu, Aristoteles ile olan ilişkisinin hangi açılardan ele alındığı gibi meseleler üzerinde duracağız. Fakat öncelikle, okuma ve yorumlama kavramlarının felsefedeki merkezi rolünden bahsetmek istiyorum.

Aristoteles, tarih boyunca filozofların öncüsü olarak anılmış bir isimdir. İngilizcede 'the philosopher', Almancada ise 'der Philosoph' olarak anılır. Ancak 20. yüzyılda Martin Heidegger, felsefe tarihinde bir dönüm noktası oluşturmuş ve kimilerine göre yüzyılın en büyük filozofu olarak kabul edilmiştir. Başlangıçta bu görüşü küçümsemiştim ve uzun süre Nicolai Hartmann'ı daha önemli bir düşünür olarak görüyordum. Ancak Heidegger’in eserlerine daha derinlemesine eğildikçe onun gerçekten ayrıksı bir figür olduğunu fark ettim.

Heidegger ve Aristoteles arasındaki ilişki son derece önemlidir. Heidegger, Aristoteles’in kavramlarını yeniden yorumlayarak adeta onları yeniden doğurmuştur. Heidegger’in yaklaşımı, geçmiş filozofları geriye doğru okumak ve kökenlere inerek felsefenin temel sorularını gün yüzüne çıkarmaktır. Örneğin, Heidegger’in Aristoteles yorumlarında sıkça vurgulanan noktalardan biri, geçmişin felsefi metinlerini yalnızca tarihsel belgeler olarak değil, aynı zamanda bugünü anlamak için kökensel kaynaklar olarak ele almasıdır.

Heidegger’in yöntemine göre, felsefi metinlerin yorumlanması üç aşamadan geçer:

  1. Fenomenolojik Redüksiyon: Doğal bilincin ve doğa bilimlerinin varlıkları verili kabul etme eğilimini askıya almak ve varlığa yönelmek. Heidegger, bu süreci var olanlardan varlığa geçiş olarak tanımlar.

  2. Konstrüksiyon: Varlığın iç yapısının ve örgüsünün keşfi. Örneğin, insan varoluşunun temel yapıları bu aşamada ortaya konur.

  3. Destrüksiyon: Tarihin birikmiş katmanlarını sökerek, geçmişte gömülü kalmış köklerin yeniden ortaya çıkarılması. Bu, Heidegger’e göre tarihin yükünden kurtulmanın ve kökensel deneyimlere ulaşmanın yoludur.

Heidegger’in varlık anlayışı, kelimenin kökenine dayanır. Varlık, 'varmak' fiilinden türemiştir ve bir yere ulaşmak, orada bulunmak anlamlarına gelir. Heidegger, varoluşu bir tapınak metaforu üzerinden açıklar. Tapınak, dünya ile yeryüzü arasında bir buluşma noktasıdır. Dünya, açığa çıkış ve ışık alanıdır; yeryüzü ise örtülüdür ve varlığın kökensel güçlerini barındırır. Tapınak, bu iki alanın buluştuğu ve yeryüzünden gelen güçlerin dünyaya taşındığı bir mekandır.

Heidegger’e göre felsefi anlamda varlık, bir yeri mesken tutmak, eğleşmek ve zaman geçirmekle ilişkilidir. Almanca 'bauen' (inşa etmek) ve 'wesen' (öz) kavramları, bir şeyin nasıl var olduğunu, nasıl bir anlam kazandığını gösterir. Varlık, yalnızca fiziksel bir varoluş değil, aynı zamanda büyüme, gelişme ve ışıklı bir alana doğru serpilme sürecidir.

Bu bağlamda Heidegger’in üç temel kavramını ele almak önemlidir:

  1. Varlık (Sein): Bir yere varmak, durmak ve eğleşmek anlamlarına gelir. Varlık, yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda metafiziksel bir temele sahiptir.

  2. Dasein: İnsan varoluşunun özgün yapısını tanımlar. Heidegger, insanı varlıkla ilişkilendiren temel yapı olarak ele alır.

  3. Hiçlik (Nichts): Varlığın sınırlarında ortaya çıkan ve varlıkla yokluk arasındaki gerilimde anlam kazanan bir kavramdır.

Sonuç olarak, Heidegger’in felsefesi, geçmiş filozofların metinlerini yeniden yorumlayarak varlığın kökensel anlamlarını keşfetme çabasına dayanır. Aristoteles’in kavramlarını yeniden anlamlandırması, Heidegger’in felsefi yöntemiyle modern düşünceye farklı bir perspektif kazandırır. Bu sunumda, Heidegger’in temel kavramlarını ve yöntemlerini daha ayrıntılı bir şekilde inceleyecek ve varlık anlayışının derinliklerine inerek felsefenin temel sorularına yeniden ışık tutmaya çalışacağız.

Kaos ve belirsizlik, Heidegger'in ifadesiyle henüz açığa çıkma alanına tam olarak erişmemiştir. Ancak, yavaş yavaş yeryüzünden yukarıya doğru bir yükselme ve açığa çıkış süreci yaşanmaktadır. Heidegger'in 'dünya' olarak tanımladığı şey, insanların ve varlıkların bir araya gelerek görülmeye ve anlam kazanmaya başladığı bir alandır. Ancak bu alan, nesnel ve objektif bir yapı değildir; somut bir nesne gibi karşımıza alamayız. Dünyanın içine girer, diğer varlıklarla karşılaşır ve bir toplaşma alanı oluştururuz. Bu nedenle dünya, nesneleştirilemeyen, fakat varlığını hissettiren bir alan olarak tanımlanır.

Tapınak, bu bağlamda dünya ile yeryüzü arasında bir aracı olarak ortaya çıkar. Örneğin, Spartalılar savaştan sonra altın bir kalkanı tapınağa adak olarak sunmuşlardır. Tapınak, savaşın ve barışın bir görünümü haline gelir; insanlar ile tanrılar arasında bir bağlantı noktası oluşturur. Kutsal ile kutsal olmayan arasındaki sınırı belirler ve bu sınırın açığa çıkmasını sağlar.

Heidegger'e göre, tapınak yalnızca bir mimari yapı değil, aynı zamanda varlığın ve anlamın mekânsal bir temsili olarak görülür. Tapınak, insan varoluşunun köklenme ve yerleşme ihtiyacını somutlaştırır. Aynı zamanda doğayla bir bütünlük kurarak, insanın dünyadaki yerini ve yeryüzüyle olan ilişkisini açığa çıkarır. Tapınağın mimarisi, doğal malzemelerin dönüştürülmesi ve düzenlenmesi yoluyla yeryüzünü biçimlendirir ve anlam kazandırır.

Tapınak aynı zamanda yeryüzünü ortaya çıkarır ve ona bir biçim verir. Yeryüzü, duyusal dünyanın malzemelerini—ses, koku, renk, dokular—kendi içinde saklar. Bu unsurlar, tapınağın bedeni aracılığıyla açığa çıkar. Örneğin, taşın ağırlığı, bronzun sertliği, ahşabın esnekliği ve rengin tonları gibi unsurlar tapınakta görünür hale gelir. Sesin tınısı ve melodisi, konuşmalarda dile gelen anlamlar bu açığa çıkışın bir parçasıdır. Tapınak, hem maddi varlığıyla yeryüzünün dokusunu taşır hem de simgesel varlığıyla dünyanın anlam alanına açılır.

Bu süreçte dünya, her şeyi yukarı doğru çekerek varlık alanına taşımaya çalışırken, yeryüzü bu unsurları kendi içine geri çekme eğilimindedir. Bu çekişme, Heidegger'e göre bir çatışma yaratır. Ancak bu çatışma, dünya ile yeryüzü arasında bir bağı güçlendirir. Yeryüzü, iç kapalılığıyla ışıldar ve varlığını korur. Ses gibi duyusal unsurların analiz edilmesi, onların özsel bağlantılarının koparılmasına yol açar ve bu da anlam kaybına neden olur. Heidegger'e göre, varlığı anlamanın yolu, duyusal unsurların bağlantılarının ve bağlamlarının korunmasından geçer.

Sanat eseri bağlamında ise, tapınak bir odak noktası oluşturur. Taşların ağırlığı, metallerin parlaklığı, doğanın dokusu ve ışığın etkisi tapınağın bedeninde toplanır. Dünya ve yeryüzü arasındaki bu dans ve çatışma, tapınağın bedeninde somutlaşır. Tapınak, varlık ile insan arasındaki ilişkiyi dile getirir ve içleşme sağlar.

Heidegger, bu süreci 'açıklık' (Das Offene) kavramıyla tanımlar. Tapınak, dünya ile yeryüzü arasındaki çekişmenin bir sonucu olarak bir ışıklı alan yaratır ve bu alanda varlık kendisini gösterir. Bu süreçte, yeryüzü kendisini saklamaya ve gizemini korumaya çalışırken, dünya onu açığa çıkarmaya devam eder. Bu dinamik süreç, Heidegger'in felsefi düşüncesinin temelini oluşturur ve varlığın anlamlandırılmasını sağlar.

Heidegger’in yaklaşımı, fenomenolojik yöntemin temellerine dayanır. Fenomenolojik redüksiyon, dünyayı ve varlığı ön kabullerden arındırarak, varlığın özüne yönelmeyi amaçlar. Fenomenolojik destrüksiyon ise, geçmişin anlamlandırma biçimlerini yeniden değerlendirmek ve kökensel soruları açığa çıkarmak için tarihsel metinleri ve kavramları çözümler. Heidegger’e göre, bu süreç varlığın doğasını anlamak için zorunlu bir yöntemdir.

Sonuç olarak, Heidegger'in dünya ve yeryüzü kavramları, sanat eseri ve mekânsal varlık üzerinden varoluşun dinamiklerini ortaya koyar. Tapınak örneği, bu dinamiklerin bir sahnesi olarak, insanın varlık ile ilişkisini görünür kılar. Heidegger’in bu yaklaşımları, modern felsefenin temel meselelerini yeniden düşünmemize olanak sağlar.

Şimdi size bir örnek metin çözümlemesi vereceğim. İlk olarak Herakleitos’un ünlü fragmanlarından biri olan “Ethos anthropoi daimon” (ἦθος ἀνθρώπῳ δαίμων) ifadesine odaklanacağız. Bu ifade genellikle “Karakter insanın kaderidir” ya da “Karakter insanın tanrısal yönlendiricisidir” şeklinde çevrilir. Ancak Heidegger, bu ifadeyi çok daha derin ve kapsamlı bir bağlamda ele alır.

Ethos kelimesi, Aristoteles’in Nikomakhos’a Etik adlı eserinde alışkanlık (kısa eylem) ve karakter (uzun eylem) anlamında kullanılmıştır. Heidegger ise ethos’u yalnızca alışkanlıklar veya karakterle sınırlamaz; bunun ötesinde, yerleşme, eğleşme ve mesken tutma anlamlarını da içerir. Ethos, Heidegger’e göre insanın dünyada varoluş biçimini belirleyen temel bir kavramdır.

Heidegger, ethos’u “açıklık” (Das Offene) ve “yerleşme” (Aufenthalt) kavramlarıyla ilişkilendirir. Almanca'daki aufenthalt kelimesi, ikamet etmek, durmak, yerleşmek anlamına gelirken, Heidegger bu terimi daha derin bir anlama taşır. Ona göre, bir yere yerleşmek, aynı zamanda o yerin diğer varlıklar için bir alan açmasını ve varlığın görünür hale gelmesini sağlar. Ethos bu bağlamda, insanın kendisini varlıkla ilişkilendirdiği ve bir anlam alanı oluşturduğu yerdir.

Herakleitos’un fragmanı bu perspektiften yeniden okunduğunda, ethos yalnızca karakter anlamında değil, insanın dünyada varoluş tarzını şekillendiren bir açıklık ve temel yönelme alanı olarak görülür. Bu alan, Heidegger’in terminolojisinde insanın dünyadaki varlığına yer açan bir “kutsal bölge” veya “vakfedilmiş alan” olarak tanımlanır.

Heidegger’in yaklaşımında ethos, insanın yalnızca bir yerde bulunması değil, aynı zamanda o yerde kendisini ve çevresindeki varlıkları anlamlandırması anlamına gelir. Burada modern teknik eleştirisi devreye girer. Heidegger, modern teknolojinin varlık alanını kapattığını ve varlıkların kendilerini açığa çıkarmalarına izin vermediğini savunur. Örneğin, modern dünyada gökyüzü, yıldızlar ve doğa unsurları artık görünmez hale gelmiştir. Bu durum, varlığın anlamını kaybetmesine yol açar.

Ethos’u anlamak için Heidegger’in “yerleşme” kavramına daha yakından bakmak gerekir. Yerleşme, bir alan açmak, boşluk yaratmak ve diğer varlıkların bu boşlukta kendilerini göstermelerine izin vermek anlamına gelir. Heidegger’e göre, modern teknik bu boşluğu doldurarak varoluşun temel dinamiklerini engeller. Örneğin, gökyüzü bulutlar ve yıldızlarla dolu bir açıklıkken, modern teknik bu açıklığı bir ekran veya beton yapılarla kapatır ve varlıkların anlamlandırılmasını zorlaştırır.

Heidegger’in kutsal ve dinsel kavramlar arasında yaptığı ayrım da burada önemlidir. Dinsel olan (religios), kurumsallaşmış ve ritüelleşmiş bir yapıyı ifade ederken, kutsal olan (das Heilige) varlıkların kendilerini açığa çıkarma biçimidir. Heidegger, kutsalın modern dünyada kaybolduğunu ve bunun yerini yüzeysel bir dinselliğin aldığını savunur.

Ethos’un kutsallıkla ilişkisi, varlıkların kendilerini açığa çıkarma sürecinde ortaya çıkar. Heidegger, bu süreci Herakleitos’un ifadesiyle ilişkilendirerek, insanın mesken tuttuğu yerin, tanrısal olanın inmesi ve görünür hale gelmesi için bir açıklık sağladığını belirtir. Bu bağlamda ethos, insanın yalnızca bir yerde bulunmasını değil, aynı zamanda tanrısal olanla ilişki kurmasını ifade eder.

Bu noktada, Heidegger’in fenomenolojik yöntemine geri dönebiliriz. Heidegger’e göre, felsefi anlamda anlamlandırma süreci üç aşamadan oluşur:

  1. Fenomenolojik Redüksiyon: Doğal bilincin ve bilimlerin ön kabullerini askıya alarak, varlığın özüne yönelmek.

  2. Konstrüksiyon: Varlığın iç yapısını ve temel örgüsünü ortaya çıkarmak.

  3. Destrüksiyon: Tarihsel birikimleri sökerek, geçmişte gömülü kalan kökensel anlamları açığa çıkarmak.

Herakleitos’un ethos anlayışı, bu fenomenolojik yaklaşımın bir örneği olarak değerlendirilebilir. Ethos, bir açıklık olarak, varlıkların kendilerini göstermesine izin verir ve insanın bu açıklıkta anlam arayışını yönlendirir. Heidegger’in yorumunda, ethos yalnızca bireysel bir karakter veya alışkanlık değil, insanın dünyadaki varlığını biçimlendiren temel bir kavramdır.

Sonuç olarak, Heidegger’in Herakleitos fragmanına yaklaşımı, insanın varoluşunu açıklık, yerleşme ve anlam yaratma bağlamında ele alır. Ethos, insanın dünyada bir yer edinme ve bu yer üzerinden anlam üretme sürecini ifade eder. Bu süreç, modern teknik ve tarihsel birikimlerle örtülmüş olsa da, Heidegger’in destrüksiyon yöntemiyle yeniden açığa çıkarılabilir. Ethos, insanın dünyada anlam bulma ve varlığı deneyimleme biçimidir.

Yorumlar