İlk bakışta doğru gibi görünen bu anlayışın, biraz düşünüldüğünde ince ama yaşamın diyalektik bütünlüğü içinde kavranamamasından doğan önemli bir yanlışı taşıdığı görülecektir. Söz konusu anlayışın doğruluğunu kabullendiğimizde, dolaylı olarak şunları kabul etmiş olmaktayız :
1. Şiir, bir büyücünün bize sunduğu gizemli bir kokudur. Bu koku sayesinde başımız döner, kendimizden geçer, gerçekliğin arkasında yatan daha gizemli, kimsenin bilmediği bir gerçeğin sırrına ereriz.
2. Biz, her zamanki tavrımızla olduğumuz yerde dururuz. Şiir adlı bir gözlüğü takar takmaz, birden dünyanın rengini ve biçimini her zamankinden farklı görmeye başlarız.
Yukarıdaki anlayışı kısaca değerlendirirsek, birinci şıkta şiirin, insanları belli bir değişime soktuğu ortaya çıkar. Bu doğrudur. Ne var ki bu değişim, gizemli bir yolla olmaz. İkinci şıkta ise, insanı mekanik biçimde kavrayan bir anlayışın egemenliği söz konusudur. Oysa insan, sürekli değişimi ve gelişimi içeren bir organizmadır. Bu açıdan insan ile kaynağını yaşamdan alan şiir arasındaki ilişki, dinamik ve süreç niteliğinde bir ilişkidir. İkinci şıkta belirtildiği gibi, tepeden inme bir ilişki değildir.
Konunun netliğe kavuşması için şu noktada anlaşmak gerek önce : Şiirin, yaşadığımız dünyayı olduğundan başka türlü göstermesi, gerçekliğin arkasında yatan daha esrarlı bir gerçek araması ne demektir. Şiir gerçekten böyle mi yapar? Örneğin Nâzım Hikmet, “Kocalmağa alışıyorum, dünyanın en zor zanaatına / kapıları çalmağa son kere / durup durmadan ayrılığa...” derken, ya da Edip Cansever, “Yıllar geçmedi yıllar eskidi / Dokunduğum yerde kalıyorum / Yaşlı bir kelebek gibi...” derken, dünyayı başka bir türlü göstermek, daha esrarlı bir gerçek aramak çabasında mıydılar?
Biz, günlük yaşantımız içinde bir nesnenin gerçek biçimini görmeksizin, onunla binlerce kez karşılaşmış olabiliriz. Ancak bizden onun biçimini ve yapısını betimlememiz istendiğinde şaşırır kalırız. Şiir bu boşluğu da doldurur. Dünya ile insan arasındaki yabancılaşmayı kırarak, onları birbirine yaklaştırır. Günlük yaşamında gerçekliğin görüngüleriyle belli bir uzaklıktan ilişkide bulunan insanlar, şiir yoluyla, gerçeklikle organik bir ilişkiye, içlidışlı bir ilişkiye girerler.
Sanatın gerçeklikle ilişkisine yansıtma kuramı açısından bakarsak, yaratma sürecinde şiirin, öteki edebiyat sanatlarından farklı olarak, gerçeklikle doğrudan, ilişkide olduğu görülür. Gerçekten de edebiyat sanatlarının yaratma süreçlerini irdelediğimizde, örneğin romancının, bir özne olarak kendisini, ele aldığı gerçekliğin uzağında tutabildiği, kendini saklayabildiği görülür. Roman, gerçekliği yeniden üretme işlevini, daha çok dışsal özdeştirimler kurarak yerine getirir. Buna karşın şiir, ancak ve ancak, eyleyen bir özne olan şairin kendi kendisinin ifadesidir. Çünkü şairle gerçeklik arasında ilişki doğrudan, katıksız ve dolaysız bir ilişkidir. Şair; imge, benzetme, eğretileme, alegori gibi araçların yardımıyla kurduğu şiir diliyle, gerçekliği oluşturan nesnelerin tek tek kendilerini ve bu nesneler arasındaki ilişkileri bozar, yeniden düzenler, denetler. Şiirin, gerçekliği oluşturan nesnelere, dolayısıyla gerçekliğin özüne nüfuz ederek, kaynağını oradan alması, genellikle onun gerçekdışı bir etkinlik olduğu sanısını yaratmıştır. Çünkü insanlar (özellikle yabancılaşma çağında), yukarıda da belirttiğimiz gibi, gerçekliğin görünen yanıyla, görgüsel (ampirik) bir ilişki içerisindedirler.
İnsan, ne fiziksel nesnelerin gerçekliğinin düz ortamında, ne de tümüyle bireysel bir alanda yaşayabilir. Bu ikisinin de ötesinde yeni bir alan, plastik, müzikal ve şiirsel bir alan arar. Dünyayı görünen, sığ, donuk yüzüyle algılayan ve tanıyan insan, şiir aracılığı ile ırmağın dipteki akıntısını da görür. Bu ise, yukarıdaki anlayışın sözünü ettiği “esrarlı gerçek” değil, gerçeğin diyalektik halidir. Yoksa şiir gerçeği değiştirmez, onu öz-biçim diyalektik bütünlüğüyle kavrar. Böylece şiir, gerçekliği yaşanılır kılar.
Salih Bolat
(Akatalpa Dergisi, sayı:1, ocak 2000)
Yorumlar
Yorum Gönder